Friday, September 30, 2016

2016 ABD Gezisi

Eylül’ün ilk yarısında yeğenimiz Yalçın’ın ailenin yeni gelini Brianna ile nikahını bahane ederek eşim ve kızımla bir ABD gezizi yaptık. 
















Minniapolis’deki ikinci günün akşamı gelin ve damadın ailelerinin tanışma yemeği vardı.


Ertesi gün, düğün resepsiyonu ve nikah töreni için, iki aile ve gelinle damadın dostları bu kez Calhoun Beach Club’da buluştu.
Ertesi gün, düğün resepsiyonu ve nikah töreni için, iki aile ve gelinle damadın dostları bu kez Calhoun Beach Club’da buluştu.


Artık, Türkiye'den gelen 'oğlan tarafı' olarak Amerikalı gelinimiz ile beraber bir fotoğraf çektirmemiz de farz oldu.

































Böyle bir model bulup da resmini çekmeyen fotoğrafçı çarpılır.. 

Bir tane de kayın biraderimle..


Thursday, June 16, 2016

DERİYE NAKŞOLAN DÜNYA

Haziran ayı yarılanmış, güneşin doğduğu nokta ufukta Biga sırtlarından daha bir kuzeye, Marmara açıklarına doğru kaymıştı.  Elli yaşını iki yıl önce devirmiş olan denizci yattığı yerden kalktı, yatağının yanındaki sedirin üzerinde duran örgü yeleğini sırtına geçirdi ve alt katı kagir yığma taş konağının ahşap üst katındaki odasının Marmara’ya bakan küçük balkonuna çıktı.  Konağın bulunduğu yer Şengün Hamamı’na inen hafif bayırın ortalarına rastlıyordu.  Güneş ufukta henüz bir mızrak boyu bile yükselmemişti. Esinti namına birşey olmayan son derece sakin bir sabahtı.  Uzaktan gelen martı seslerine konağın damında dolaşan iki guguk kuşundan erkek olanın dişisine yaptığı çağrı karışıyordu; “guguuuu cuk..   yusuuuf cuk..  guguuuu cuk..  yusuuuf cuk…”.  Uzun yıllar yedi denizlerde dolaşmış, türlü diyarlar türlü türlü mahluklar görmüş olan kaptan, damdaki kuşların aslında guguk kuşu değil ‘çizgi yakalı kumru’ olduğunu tanıyacak kadar bigiliydi.  Ama Gelibolu’nun daha yukarı bir mahallesindeki evlerinde büyürken anası bu kuşları ‘guguk kuşu’ diye belletmiş ve Yusuf Peygamber’in zalim kardeşleri tarafından bir kuyuya atılmasına şahit olan bu kuşun o gün bu gündür nasıl bu ağıtı tekrarlayarak dolaşmasını anlattığını anımsıyordu.  Küçüklüğünden beri yaptığı gibi gözlerini kapadı ve kuşun hüzünlü şarkısını dinlemeye koyuldu.  Şarkı, yaşlı adamı amcası ile çıktığı seferlerde gördüğü ülkelere götürdü.  Osmanlı Donanması’nın ünlü amirallerinden Ahmed Kemaleddin, veya daha yaygın olarak bilinen ismi ile Kemal Reis, amcası idi ve o da kendisi gibi Gelibolulu idi.  Kemal Reis, yeğeni Ahmet’i çok tuttuğu halde muhabbetini belli edip genç adamı şımartmaktan kaçınırdı.  O nedenle on beşinci yüzyılın son çeğreğinde, yanına yeğenini de alıp, Sicilya, Korsika, Sardunya ve Fransa kıyılarında korsanlık yaparken Ahmet’e sürekli çetin görevler vermiş, bir taraftan delikanlının yeteneklerini tekrar tekrar sınarken bir taraftan da bu becerilerin daha da gelişip pekişmesine olanak tanımıştı.  Yıllar geçti, Kemal Reis’in yanında yetişen, kayıtlı künyesi ile Ahmet ibn-i el-Hac Mehmet El Karamani, büyüdü, donanma kumandanı rütbesine kadar yükseldi.  O Haziran sabahı Gelibolu’daki evinin balkonundan Marmara’yı seyrederken guguk kuşunu dinleyen bu kumandan, yaygın adı ile Ahmet Muhyiddin Pîrî Bey, artık daha çok Pîrî Reis olarak tanınıyordu.  Kuşun sesi birden kesildi.  Arkadan iki çift kanat sesi duyuldu.  Reis gözlerini açtı, önde dişisi arkada erkeği bir çift kumrunun telaşla sahile doğru alçaldığını gördü.  Tam arkasını dönüp içeri girecekti ki, yine deniz tarafında kıyıdan elli metre kadar açıktan gelen ve sabah sessizliğini yırtan bir ses duydu.  İlk kez çocukluğunda Gelibolu kıyılarında tanık olduğu, daha sonraki yaşamında yakın ve uzak denizlerde yüzlerce, belki de birkaç bin kez, duyduğu bu ses her defasında olduğu gibi bir kez daha yüzüne bir gülümseme yayılmasına neden oldu.  Dört beş yunus oynaşarak, bir dalıp bir çıkarak, her çıkışlarında derin nefesler alarak Feneraltı kayalarının biraz açığından geçip gidiyordu.  Usta denizci uzaklaşan neşeli yaratıkları bir süre izledi sonra içeri girdi.

Yarım saat kadar sonra Reis uyku kıyafetini değiştirmiş, sade fakat değerli kumaştan günlük kaftanlarından birini giymiş, başında ev içinde kullandığı takkesi ile giriş katındaki mutfak bölümünden büyük çalışma odasına geçti.  Çorba kasesi hala elinde idi.  Öküz boynuzundan yapılma büyükçe kaşığı ile kasenin dibinde kalmış son paça çorbasını da toparlayıp ağzına götürdü.  Boşalan kaseyi ve kaşığı hemen arkasından gelen arap lalasına verirken lalanın uzattığı nemli peşkirle dudaklarını ve ellerini sildi, onu da yaşlı zenciye iade etti.  Ahmet Muhyiddin beş yaşına girdiğinde amcası Kemal Reis küçük yeğenine hizmet etmesi ve güncel yaşamla ilgili eğitimine yardımcı olması için İskenderiye’den getirmişti bu lalayı.  Artık yetmişli yaşlarına yaklaşan emektar hizmetkar eskisi kadar çevik olmasa da, Reis lalasını emekli etmemiş, sorumluluk ve yükümlülüklerini iyice azaltmakla beraber sürekli yanında tutmaya devam ediyordu.  Rüstem Lala çorba kasesini, kaşığı ve peşkiri mutfağa götürmek için uzaklaşırken Reis çalışma salonunun büyük penceresi önüne yerleştirilmiş geniş ve uzun tezgaha yöneldi.  Tezgahın hemen yanında dikine yerleştirilmiş iki büyük meşe fıçı duruyordu.  Her iki fıçının içi bir bir buçuk metre yüksekliğinde rulolarla doluydu. Tezgahın diğer kenarı üzerinde ise birkaç dikdörtgen ahşap kutu ile üç dört adet çini vazo dizilmişti.  Kutuların içinde değişik büyüklükte kilden hokkalar, onların da içinde farklı renkte mürekkepler, vazolarda ise değişik boy ve kalınlıkta fırçalar, divitler ve metal uçlu kalemler vardı.  Tezgahın arkasındaki büyük pencerenin ahşap pervazına çakılı çivilere asılı iki adet uzun metal cetvel iki üç tane de pergel göze çarpıyordu.  Tezgahın sol tarafına kenarları birer metreye yakın kare bir harita yayılmıştı.  Birkaç diğer harita da tezgahın pencere dibinde yarı açık yarı rulo edilmiş halde duruyordu.  Sol taraftaki haritanın üzeri şeffaf bir parşömen ile kaplı idi. Parşömen, sivriltilmiş  balina balenleri ile alttaki haritaya tutturulmuş, haritanın kenarında Latin harfleri ile yazılmış notlar görülüyordu.  Şeffaf parşömenin yüzeyi alttaki haritayı tekrarlayacak şekilde çini mürekkebi ile çizilmişti. Yaşlı amiral parşömene doğru biraz eğilerek çalışmayı uzun süre inceledi.  Bir ara durup sağ tarafdaki vazolardan birinden ince uçlu bir divit çekip hokkalardan birine batırdı.  Arkadan, divitin ucundaki kırmızı mürekkeple parşömendeki çizim üzerinde ufak bir düzeltme yaptı. Doğruldu ve önündeki haritayı ve üzerindeki kopyasını tekrar uzun süre süzdü.  Daha sonra tezgahın sağ tarafına yayılmış diğer parşömenin önüne geçti.  Bu, sol taraftaki haritanın üzerine tutturulmuş olan gibi saydam değildi.  Parmaklarını hafifçe bu parşömenin üzerinde gezdirdi.  Yunus balıklarının ardından bakarken beliren gülümsemeye benzer bir ifade tekrar yüzüne yayıldı.  Parmaklarının üzerinde gezdiği malzeme o dönemde üretilen en üstün kalite parşömendi.  Bu parşömen tabakasını, Konstantiniye’nin düşmesinden sonra şehirde kalıp Fatih Sultan Mehmet Han’ın teşviki ile zanaatlerini sürdürmeye devam eden Rum ustalar sayesinde dünyanın en kaliteli parşömen üretim merkezlerinden biri haline gelen İstanbul’dan getirtmişti.  Reis, İskenderiye ve Kahire’de de parşömen üreten ustaları izlemiş, onların oğlak derilerini nasıl kirece yatırıp beklettiklerini sonra yıkayıp metal sıyırgılarla tüylerini temizlediklerini, arkadan tekrar akan su duruluncaya kadar deriyi defalarca yıkadıklarını, en son olarak da yuvarlak çerçeveler içine davul gibi gerdikten sonra kuruttuklarını, bu kurutma işlemi sırasında zaman zaman derinin nispeten kalın kalmış bölgelerini ıslatarak ve o bölgeleri daha da gererek bütün derinin eş kalınlığa gelmesini, sonunda bu yöntemle yeknesak kalınlıkta açık renkli parşömen elde ettiklerini görmüştü.  Ancak, İstanbul’dan getirttiği bu parşömen, Sudan’dan İstanbul’a salamura içinde getirilmiş ham Gazal derisinin işlenmesi ile üretilmişti ve daha üstün dayanıklılığı, daha düzgün yüzeyi ve mürekkebi hiç dağıtmaması nedeni ile çok daha kaliteli idi.  Piri Reis, dünyanın dört bir yanından topladığı eski haritalardan yararlanarak ortaya çıkaracağı dünya haritasının bu uzun ömürlü üstün malzeme sayesinde çok sonraki kuşaklara kadar ulaşmasını istiyordu.   Önünde duran gazal derisinden üretilmiş parşömenin üzerinde, geliştirdiği dünya haritasının bir kısmı belirmeye başlamıştı bile.  Pencere pervazına asılı metal cetvellerden birini ve hemen onun yanındaki pergeli yerlerinden indirdi.  Cetvelin bir ucunu, haritanın tamamlanmış kısmında olan Cebel-i Tarık boğazının ağzına, diğer ucunu da Atlas Okyonusun ortalarında bir yere isabet eden, yine önceden çizimine başlamış olduğu pusula gülünün ortasına koydu.  Sonra pergeli alıp sivri ucunu pusula gülünün ortasına sapladı ve ince bir grafit parçası takılı olan diğer ucu ile Lizbon’dan geçen bir yay çizdi.  Sonra cetvel ve pergeli tezgahın yanına bırakıp tekrar sol taraftaki harita ve onun üzerine tutturulmuş şeffaf parşömene geçti.  Derin bir nefes aldı ve parşömeni alttaki haritaya sabitleyen belenleri teker teker ve dikkatlice sökmeye başladı.  Otuz kadar balenin tamamı yerinden çıktıktan sonra serbest kalan parşömeni yavaşça kaldırdı ve sağ taraftaki, gazal derisinden üretilmiş esas haritanın üzerine getirdi.  Şeffaf parşömenin üzerinde de bir pusula gülü bulunuyordu.  Her iki gülü üst üste getirdi. Kenara bıraktığı sivri balenlerin en sağlamlarından birini alarak pusula güllerinin ortasına sapladı.  Daha sonra üstteki şeffaf parşömeni sapladığı balenin oluşturduğu eksen etrafında döndürerek üsteki pusula gülünün doğu-kuzey-doğu yönündeki ucundan çıkan ince çizgiyi Lizbon’un üzerine getidi ve durdu.  Bir sağlam balen daha alıp bu kez şeffaf parşömenin sağ kenarına saplayarak iki tabakayı sabitledi.  Arkadan, beş altı balen daha kullanarak biri şeffaf diğeri gazal derisinden olan iki parşömen tabakasının hiç oynamayacak şekilde birbirlerine bağlanmalarını sağladı.  Tezgahın solundaki harita, Piri Reis’in Akdeniz’deki seferlerinden birinde amcası ile ele geçirdikleri ticari bir İspanyol gemisinde bulduğu eski bir harita idi.  İspanyol kaptan, Ahmet Kaptan’ın yağmada insaflı davranması karşılığında bu haritayı Türk kaptanlara vermişti.  Piri Reis’in, dünya haritasını tamamlamak için kullandığı yirmi adet, daha dar kapsamlı haritalardan biri olan bu haritanın köşesinde müellifinin imzası, Latin harfleri ile ‘Xpo-Ferens’ olarak okunuyordu. Bu, Kristof Kolomb’un imzası idi.  Böylelikle, Kolomb’un haritasındaki Afrika’nın batı kıyısı ile ilgili ayrıntılar, Piri Reis’in derlediği, gazal derisinden parşömen üzerine çizdiği dünya haritasının üzerine aktarılarak gereken yere oturmuş oldu.  Reis, daha sonraki günlerde, sivri balenleri ile şeffaf parşömen üzerindeki çizimi, çizimi oluşturan çizgiler boyunca bitişik noktalardan delerek alttaki gazal derisi parşömeni işaretliyecek, bu işlem de bittikten sonra binlerce balen deliğinden oluşan alttaki harita taslağını mürekkepliyerek nihai haritasını elde edecekti.

Piri Reis bu yöntemle çalışmaya devam ederek Hicri 919 yılının Muharrem ayında (1513) dünya haritasını bitirdi. 1517’de de Sultan I. Selim’e sundu.  Bu büyük denizci ve dünya çapında başarılı kartograf, seksen yaşını devirdikten sonra Basra Körfezi’ndeki Hürmüz kentinin kuşatılmasında düştüğü bir hata nedeni ile Kanuni Sultan Süleyman’ın hışmına uğradı ve bir mahkeme önünde kendisini savunma hakkı bile tanınmadan boynu vurularak yaşamına son verildi.  Osmanlı İmparatorluğu’nun göğsümüzü gururla kabartan sayısız şanlı hikayesinin yanında, bu hadise de hatırladıkça başımızı utançla eğmemize neden olan olaylardan biri olarak tarihimize kaydoldu.
Cihan Koru
(Bu öyküm Gelibolu Rüzgarı dergisinin Haziran 2016 sayısında yayınlandı.)



Wednesday, May 11, 2016

Constantinople, the Capital of the Roman Empire

You know that when you are in #Istanbul, you are visiting the capital of the Roman Empire. Or, don’t you know? Yes, Constantinople (present day Istanbul) was the capital of the entire Roman Empire between 330 to 1453.

A very rich resource for research on Byzantine history is the library of the American Research Institute in Turkey (ARIT) located at Arnavutköy in Istanbul. Much of the material available at this library can be accessed at http://ccat.sas.upenn.edu/ARIT/Library.html.  ARIT’s web site is at http://ccat.sas.upenn.edu/ARIT/IstanbulCenter.html.




 

Monday, April 25, 2016

"...ÖLMEYİ EMREDİYORUM..."

101 Yıl Önce Bugün (25 Nisan 1915)



Arıburnu ve civarında 25 Nisan 1915 günü sabaha karşı başlayan ANZAK saldırısı, o bölgeyi tutmakla görevli 27nci Alay’a bağlı çok az sayıda Türk askeri tarafından karşılandı. Saat 05:00 sıralarında çıkartmadan haberdar olan 19uncu Tümen komutanı Yarbay Mustafa Kemal, derhal, o sırada Bigalı köyü civarında yedekte bekliyen 57nci Alay’la beraber çıkarma bölgesine yöneldi. Alay, Yaklaşık 4 saatlik zorlu bir yürüyüşten sonra Arıburnu’na bakan sırtlara ulaştı. Yarbay Kemal, 57inci Alay’ın dinlendirilmesi ve doyurulması emrini verdikten sonra yanında tümen doktoru, tümen komutanı ve yağveri ile yürüyerek muharebe alanını daha iyi görebileceği bir noktaya doğru ilerlemeye başladı.

O noktaya yaklaştığında, önündeki bayırdan yukarı doğru çıkan, saatlerdir düşmana direndikten sonra cephaneleri kalmadığı için geri çekilen erlerle karşılaşır. Bunlar, 27nci Alay’dan sağ kalan son askerlerdir. Yarbay Mustafa Kemal, erleri durdurur. ‘Cephaneniz kalmadıysa, süngünüz var’ der ve süngü taktırdığı askerleri tekrar Ege Denizi’ne doğru çevirip yere yatırır. Türk askerlerinin peşinden ilerlemekte olan ANZAK kuvvetleri, Türklerin direnmek üzere tekrar mevzilendiklerini görünce, onlar da durur ve siper kazmaya başlarlar. İşte, Birinci Dünya Savaşı’nın ve anavatanımızın kaderini değiştiren an o andır. Yarbay Mustafa Kemal ünlü emrini o sırada verir; “Sizlere taaruz etmeyi değil, ölmeyi emrediyorum. Bizler burada ölünceye kadar kazanacağımız zaman zarfında arkadaki birliklerimiz buraya yetişerek yerimizi alacaktır”. Gerçekten de, o anı ‘kader değiştiren an’ olarak tanımlamak basit bir hamaset örneği değildir. Mustafa Kemal gibi askeri dehası ve liderlik yeteneği bu kadar üst düzeyde olan genç bir komutanın cephenin o noktasında ve o sırada bulunmuş olmasını ‘muharebenin kaderini etkileyen olay’ olarak niteleyen, İngiliz tarafıdır.

Arıburnu bölgesindeki mücadele sekiz ay sürdü. İki taraf da birbirini yarinden söküp atmak için defalarca hasmının üzerine atıldı. O sekiz ay boyunca göğüs göğüse, gırtlak gırtlağa onlarca boğuşma yaşandı. Bu arada, başka muharabelerde pek duyulmayan, ihtimal hiç görülmeyen, bir şey oldu. İki taraf askerleri arasında, birbirlerinin kahramanlıkları karşısında anlaşılması zor ama mümkün olan bir saygı gelişti. Bu saygının örneklerini, bu mücadele ile ilgili olarak her iki tarafdan askerlerin kaleme almış olduğu anılarda bulmak mümkün.

Sonuç olarak, iki taraf da binlerce kayıp verdi. Sekiz ay süren o korkunç boğuşma boyunca, zaman zaman ileri ve geri, kazanç ve kayıplar yaşanmasına ragmen, 25 Nisan günü oluşan savunma hattı hemen hemen hiç değişmedi.

Bu sabaha karşı (25 Nisan 2016) çok sayıda Avustralyalı ve Yeni Zelandalı, her sene yaptıkları gibi, Arıburnu’nda toplandılar. Çoğu dün geceyi orada geçirdi. Binlerce kilometre öteden gelip 101 yıl önce orada ölen dedelerini andılar. Oradaki törenleri izleyen az sayıda Türk de vardı. Ayrıca, 57nci Alay’ın cepheye ulaşmak için yaptığı cebri yürüyüşü anmak için, aynı güzergahta, çoğu Türk gençelerinden oluşan bir grup aynı yürüyüşü yaptı. Ama yine de, Avustralyalı ve Yeni Zelandalı dostlarımız bir yenilgiden bu kadar onur çıkarırken, muzaffer taraf olarak Gelibolu savunmasını şu anda yaptığımızdan çok daha çoşkulu ve çok daha farkındalıkla kutlamamız gerektiğini düşünmeden edemiyorum. Tarihimizin bu sayfasına daha güçlü sahip çıkmamızın neden gerekli olduğunu en iyi anlatanın büyük ozan Mehmet Akif Ersoy olduğunu düşünüyorum.


Asım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.
Şuheda gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rukü olmasa, dünyaya eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.
Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhid’i...
Bedr’in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makber’i kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe”desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitab...
Seni ancak ebediyetler eder istiab.
"Bu, taşındır” diyerek Ka’be’yi diksem başına;
Ruhumun vayhini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namıyle;
Kanayan lahdine çeksem bütün ecramıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;
Yedi kandilli Süreyya’yı uzatsan oradan;
Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına;
Uzanırken, gece mehtabı getirsem yanına,
Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırına.



Mehmet Akif Ersoy

Sunday, April 24, 2016

"TANRI YARDIMCIMIZ OLSUN"

24 Nisan 2015



Gelibolu’nun yaklaşık 65 kilometre güneybatısında, 1912’ye kadar Osmanlı yönetiminde kalmış bir Ege adası; Limni. Havanın açık olduğu günlerde kıyılarından bakıldığında Kuzeyde Semandirek adasını, Gökçeada’yı ve Gelibolu’nun güney ucunu, kuzeybatıda ise Bozcaada ve hemen arkasında Anadolu’nun en batı uzantısı Kazdağları’nı görmek mümkün. Tarih içinde üzerinde yaşamış medeniyetlerin izlerini hala taşıyan ada, bölgenin mitolojisinde de önemli bir yere sahip. Daha çok, tanrılar arasında geçen savaşlar nedeni ile tanınıyor. Efsaneye göre baş tanrı Zeus, karısı Hera ile kavga ederken, oğlu Hephaistos annesinin tarafını tutmuş, buna kızan Zeus da oğlanı Olimpus dağının tepesinden savurup Limni adasına fırlatmış. Limni’de kayalara çarpan Hephaistos’un iki ayağı sakat kalmış. Hephaistos, daha sonra diğer tanrılar ve kahramanlar için demirden silahlar ve zırhlar üreten ateşler tanrısı oldu.

Mitolojide yukarıda sözünü ettiğim hikayelerle tanınan Limni, 1915 yılının Nisan ayına geldiğimizde, daha başka bir nedenle tekrar ünlendi. O yılın 18 Mart’ında Çanakkale Boğazı’nın girişinde Osmanlı topçuları karşısında acı bir yenilgi yaşamış olan Müttefik Kuvvetleri, donanmalarını Limni adasının Mondros limanına geri çektiler ve bir taraftan bu beklenmedik yenilginin şaşkınlığını atmaya çalışırken bir taraftan da Osmanlı topraklarına tekrar saldırmak üzere hazırlanmaya başladılar.

24 Nisan 1915 günü, Büyük Biritanya’nın kara kuvvetleri ve onları çıkarma noktalarına taşıyacak olan askeri ve sivil gemilerde ve kıyıdaki geçici barınaklarda toplanmış olan Avustralya, Britanya, Yeni Zelanda, Kanada, Fransa, Hindistan ve Mısır’dan gelen onbinlerce asker harekat gününü bekliyor. O akşam güneş batarken, İngiliz donanmasına bağlı onlarca savaş gemisi ve bir o kadar da sivil nakliye teknesi Limni’nin Mondros limanından demir alarak kuzey Ege’ye açılıyor. Hedefin Gelibolu yarımadasının kuzey batı kıyısındaki Kabatepe ve civarı olduğunu sadece bir avuç yüksek rütbeli zabitan biliyor. Bu etkileyici armadanın bir parçası olan ‘Californian’ adlı nakliye gemisi Avustralya Imparatorluk Kuvvetlerinin 4üncü Sahra Sıhhıye ve 15inci Dekovil İşletme Taburunu taşıyor. Gemide, normal hayvan taşıma kapasitesi olan 500 at yanında, normal insan taşıma kapasitesi 70 iken 500 asker var. Bu askerler, Avustralya’dan geliyorlar ve her biri orduya gönüllü olarak katılmış. Hatta aralarında, bu savaşçılara katılabilmek için türlü hilelerle yaşlarını büyütmüş onsekiz yaşının altında delikanlılar bile var. Bu gönüllü askerler arasında bulunan 28 yaşındaki 2063 yaka numaralı İstihkam Başçavuşu William Dalton Lycett, geminin güvertesinden kaptan köşküne çıkan merdivenin kuytusunda, merdivenin alt başını aydınlatan lambanın altında otururuyor. Lycett, memleketi Melbourne’dan ayrılalı tam tamına dört ay olduğunu düşünüyor. Parkasının iç cebinden günlüğünü çıkartıyor ve ülkesinden ayrıldığından beri hemen her akşam yaptığı gibi o gün yaşadıklarını, güverte lambasının soluk ışığı altında, kaydetmeye başlıyor.


“24 Nisan 1915.   Dün, 18 Mart’da Çanakkale boğazında batan ‘Ocean’ ve ‘Irresistable’ zırhlılarından kurtulan yirmi kadar İngiliz deniz eri, bizleri gemilerden kıyıya kadar taşıyacak tonbaz tekneleri kullanmak üzere birliğe katıldılar.  Bu sabah 05:30’da kalk borusu çaldı. Limni’den kruvazörler ve diğer nakliye gemileri ile beraber ayrıldık. ‘Queen Elizabeth’ ile diğer altı kruvazörün yanlarında yedi destroyerle beraber limandan çıkışları görülmesi gereken ve unutulmayacak bir manzara idi. Bu satırları akşam 22:30 civarında yazıyorum. Komutan, bir saate kadar çıkarma bölgesine ulaşacağımızı söyledi….  Tanrı yardımcımız olsun.”


Aynı saatlerde Gelibolu yarımadasında ve Çanakkale Boğazı’nın Anadolu yakasında, Türk kuvvetleri düşmanın olası saldırısına karşı tetikte bekliyor. Saldırının nereden geleceği hala belli olmadığından ve bir çıkarma harekatı için hiç uygun olmayan bir kıyı şeridi özelliğinden dolayı Arıburnu sırtlarını çok az sayıda asker tutuyor. İşte tam da bu bölgede, Gelibolu yarımadasının Ege Denizi'ne bakan batı kıyısında, Kabatepe ile Küçükkemikli burnu arasındaki 10 kilometreye yakın sahil şeridini savunma ile görevlendirilmiş Türk birlikleri özellikle tedirgin. Saldırı belki bu gece, belki önümüzdeki hafta içinde her hangi bir akşam başlayabilir.

O gece, 5inci Osmanlı Ordusu, 3üncü Kolordu, 9uncu Tümen, 27nci Alay, 2nci Tabur, 4üncü Bölükte görevli Yüzbaşı Faik Bey, Kabatepe’nin 13 km kadar kuzeyinde Arıburnu sırtlarında görevli. Hava gündüzleri oldukça ılık olmakla beraber güneş battıktan sonra ortalık bayağı serinliyor. Ayrıca, iki gündür süren şiddetli rüzgar da geceyi olduğundan daha soğuk hissettitiyor. Yüzbaşı, karargah başçavuşu ile sahile hakim tepelerden birinde önünde uzanan karanlık denizi izliyor. Tümen komutanı, gönderdiği son emir ile, gözetleme postalarının sahilin hemen yüz metre gerisinde yükselmeye başlayan tepelerde yerleştirilmesini istemiş. Sık fundalıklarla kaplı yamaçta gözcü neferler ellişer metre aralı bir hat boyunca dizilmişler. Yüzbaşı, sağ tarafında uzanan hafif düzlüğün diğer ucundaki gözcülerden birinin yanık bir Anadolu türküsü tutturduğunu duyuyor. Nöbette türkü çığırmak, normal zamanda yüzbaşının hoş göreceği bir şey değil. Ama karanlığın içinden kulağına kadar erişen ezginin kendi yüreğini de kabarttığını hissediyor. Rüzgar hafiflemeye başlamış olmakla beraber, gecenin ayazı hala ısırıyor. Çankırılı gözcü er Hamza, parkasının yakasını kaldırmış türküsüne devam ediyor.



Cezayirdir koçyiğidin vatanı yar yar heeey,                                                   

Aramazlar gurbet elde yiteni yar yar hey, yiteniii…

Ak gülün üstüne güller biter miii?

Ağla anam ayrılığın günüdür, canlar hey heeey, Cezayiiir Cezayiiir…

Babuna da deli gönül babunaa, yar yar heeey..

Koç yiğitler sığmaz oldu kabına yar yar hey, kabınaaaa….

Gider oldum yarenlerim darıldı yar yar,

Gitme deyi yar boynuma sarıldı, yar yar aman, sarıldııı,

Bizim kısmet yad ellere verildi,

Kısmetimi veren Hüda kerimdir, canlar hey heey,  Cezayiir Cezayiir. 

Eğer anam öldüğümü duyarsa, yar yar amaan,

Top top edip saçlarını yolarsaaa, yar yar heey, yolarsaa,

‘Benim oğlum nerde’ diye sorarsaa,

‘O arkadan geliyor’ deyiverin, canlar hey heeey, Cezayiiir, Cezayiiir..

Yüzbaşı Faik Bey dürbünü ile gittikçe sakinleşen Ege Denizi’nin karanlık ufkunu tararken yakınındaki başçavuşun duyabileceği şekilde mırıldanıyor; “Tanrı yardımcımız olsun”…..

Cihan Koru

Saturday, April 23, 2016


GERGİN BEKLEYİŞ (23 Nisan 1915)


18 Mart’ta Çanakkale Boğazı’nın girişinde acı bir yenilgi tatmış olan Müttefik Kuvvetleri donanmalarını geri çekmişler ve bir taraftan yaralarını yalarken bir taraftan da Osmanlı mülküne tekrar saldırmak üzere hazırlıklarına devam ediyorlar. Büyük Biritanya’nın kara kuvvetleri ve onları Gelibolu’ya taşıyacak olan askeri ve sivil gemiler Limni Adası’nın Mondoros Limanı’nda toplanmış bekliyor.

Buna karşılık, Türk kuvvetleri de düşmanın olası saldırısına karşı savunmaya hazırlanıyor. İngiliz donanmasının Limni Adasın'da büyük bir hazırlık içinde olduğu biliniyor. Düşmanın saldıracağı kesin. Ancak, saldırının nereden geleceği, dolayısı ile sınırlı sayıdaki birliklerin nerede konuşlandırılması konusunda Osmanlı ordusunun üst düzey komutanları arasında görüş ayrılığı var. Çanakkale Boğazı ve Gelibolu Yarımadası’nın savunması ile görevli 5inci Ordu’nun başındaki Mareşal Otto Liman von Sanders, Müttefik kuvvetlerinin Saros körfezinin sonuna kadar ilerleyip, çıkartmaya oldukça uygun olan Bolayır, Kavak ve Kocadere köylerinin sahillerinden yükleneceklerini düşünüyor. Bu nedenle, Ecabat yakınında ihtiyat gücü olarak konuşlanmış olan 57nci piyade alayının sözkonusu bölgeye çekilmesini istiyor. 57nci alayın bağlı olduğu 19uncu fırkanın başında ise Yarbay Mustafa Kemal var. Mustafa Kemal, İngilizler’in boğazı daha kolay kontrol edebilme amacı ile hemen hemen Gelibolu yarımadasının tamamına hakim bir yükseklikte olan Kireç (Alçı) Tepe’yi hedef alacaklarını, bu nedenle Anafartalar köyü yakınlarında karaya çıkmak isteyeceklerini tahmin ediyor. Bu nedenle çeşitli bahaneler uydurarak 57nci alayı Ecabat yakınındaki Bigalı köyünde tutuyor.

Gelibolu yarımadasının Ege Denizi'ne bakan batı kıyısında, Kabatepe ile Küçükkemikli burnu arasındaki 10 kilometreye yakın sahil şeridini savunma ile görevlendirilmiş Türk birliklerinde de gergin bir bekleyiş var. Saldırı belki bu gece, belki önümüzdeki hafta içinde her hangi bir akşam başlayabilir. Gelibolu yarımadasındaki Türk birlikleri sıkıntılı fakat tetikte bekliyor.

Cihan Koru

 

Sunday, April 17, 2016

IT IS ALL FOR THE BIRDS

Istanbul’s newest bird observation tower erected by the Ministry of Forest and Water Management has started attracting birdwatchers and wildlife photographers.  Located on one of the hills on the European side of the Black Sea entrance of the Bosphorus, the tower presents an excellent vantage point to watch migrating birds on their semiannual journey from one continent to the other.

Below, a bird photographer aims at a winged migrating traveler.

 

Neither the photographers nor the watchers of birds want to miss this event. 
 
The access to the tower is free.  They even lend you binoculars, free of charge.
 

Monday, March 7, 2016

SAROZ'DA SAKİN BİR GECE


Güneş batalı iki saat oldu.  1913 yılının bu ılık Mayıs gecesinde Saroz Körfezi alabildiğine sakin.  Denizin sessizliği, sanırsın Ağustos böceklerini daha da yüreklendirip daha üst perdeden çığırtmalarına neden oluyor.  Suyun dalga bile sayılmayacak yaylanması sahili yaladıkça minik çakılların hışırtısı duyuluyor.  Limnili dokuz Rum balıkçı Baklaburnu’nun batı kıyısındaki elli altmış adımlık daracık kumsalın ucundaki mağaranın kuytusuna sokulmuşlar alçak sesle konuşuyorlar. 

Tuzlu deniz suyu ile çevrili bu oldukça çorak yarımadanın ucundaki ufacık mağarada bir tatlı su pınarının bulunması Gelibolulu Rum ahaliye göre bir mucize sayılıyor.  Eskiden beri burası bir ayazma olarak kabul edilir, Hamsin ve Paskalya yortularında Rumlar’ın büyük bir bölümü burayı ziyaret eder, piknik yapar ve dileklerde bulunurdu.

Limnili balıkçılar zaman zaman konuşmalarını kesip burnun bir kaç yüz metre açığından geçen yunusların su yüzüne çıktıklarında nefes alma seslerini dinliyorlar.  Ayın doğmasına daha bir saatten fazla var. Balıkçılar bu gece Baklaburnu’na balık tutmaya gelmediler.  Biraz daha tehlikeli ama çok daha karlı bir iş yapmaya niyetliler.  Bu gece onlar birer korsan.  Ay doğarken, kayıkları ile burnun kuzey tarfında uzanan kumsala çıkıp oraya getirilmiş olan koyunları kaçıracaklar. 

Plana göre, Gelibolulu ihtiyar Yorgo’nun öksüz torunu Stelyo herşeyi ayarlayacak. İbrahim Mazhar Bey’in çiftliğinde çalışan çobanları iyi tanıyan Rum delikanlı Stelyo, çobanlara Baklaburnu kumsalında bir alem yapmayı önerecek, bedeva şarap ve Stelyo’nun getireceğini söyleyeceği Kıpti çengileri duyan çobanlar da, dünden razı, yüzlerce koyunluk sürüyü kumsalın yakınına getirecek.  Gece ilerleyip çobanlar içki ve eğlencenin etkisi ile sızınca, korsanlar gizlendikleri yerden çıkıp getirdikleri üç sandalla burnu dolanacak, kuzey tarafdaki kumsala çıkacak, orada bulunan koyunları kucaklayıp kucaklayıp sandallara atacaklar.  Daha sonra da, kürek çekerek kıyıdan beş altıyüz metre açıkta bekleyen takalara ulaşılacak, bucurgatlı ağlarla koyunlar sandallardan yüklenip takalara aktarılacak ve korsanlar çalıntı hamuleleri ile Limni’ye kaçacaklar.

Planın hayata geçirilmesinde kilit kişi olan Stelyo, on dokuz yaşında Gelibolulu bir Rum delikanlı. İmbroz doğumlu olup otuz yıl önce Gelibolu’ya gelmiş, eski şarap ustası dedesi Yorgo ile Hamzakoy yakınındaki kulübede yaşıyor. Çocukluğu İbrahim Mazhar Bey’in Gelibolu’daki konağında, mahalle çeşmesinden su getirme, arada sırada çarşıya öteberi almaya gönderilme gibi ayak işlerinde çalışarak geçmiş.  Konak sakinleri onu sever ve korur, Mazhar Bey’in en büyük oğlu Hamdi ile çok iyi anlaşır sürekli kuş avına giderlerdi.  Güz geldiğinde, Gelibolu’nun artık çok azalan Rum ahalisinin en yaşlılarından olan dedesi ile Mazhar Bey’in Saroz kıyısındaki bağlarındaki işçilere katılır bağ bozumunda çalışırdı.  Bey, Yorgo ile torununun ücretini hasat ettikleri üzümlerin bir kısmını kendilerine vererek öderdi.  Yorgo da bu kara üzümlerden şarap yapardı.  İyi de, Rum olmakla beraber Müslüman dostu olan Stelyo bu korsanlık işine nasıl bulaştı?

Önce, o sırada ülkeye hakim politik durumu hatırlamak lazım.  O günlerde, Birinci Balkan Harbi biteli bir yıldan biraz fazla olmuş.  Bir zamanlar Gelibolu nüfusunun büyük bir bölümünü oluşturan Rumlar’ın pek çoğu İttihad ve Terakki’nin teşvik ettiği yerel baskılardan bunalıp doğup büyüdükleri ve vatan bildikleri toprakları terk edip Yunanistan’a göçmüş.  Balkan Savaşı sonrası Makedonya’yı nasıl kaybettik ise, Trakya’yı, hatta Batı Anadolu’yu da  gayrımüslim ahalinin ayaklanması sonucu kaybedebileceğimizden korkuluyor, bu nedenle gayrı resmi de olsa, azınlıklar üzerinde baskı uygulanıyor.  Sonunda, yerleşik Rum, Yahudi ve Ermeniler’in çok büyük bir bölümü ülkeyi terk etmiş.  Buna karşılık, bir taraftan Osmanlı’nın eski gücünü yitirmiş olmasını fırsat bilen, bir taraftan da Balkanlar’daki bağımsızlık hareketlerinin rüzgarını arkasına alan ayrılıkçı örgütler kurulmaya ve hareketlenmeya başlamış.  Bu sıkıntılar yetmiyormuş gibi, Osmanlı’nın kontrolünün zayıfladığı Ege Adaları ve Batı Trakyadaki azınlık kökenli bir takım fırsatçılar da ülkenin yerel kolluk güçlerinin başını ağrımaya başlamışlar. 

Şimdi de anlattığımız olaydan iki hafta önce Gelibolu’da kurulmuş panayıra gitmemiz gerekiyor.  O yıllarda, bu gün (2016) Pazar Yeri olarak anılan mevkide, geniş bir açık alan bulunuyordu ve yazın bir kaç kez burada Gelibolu Panayırı kurulurdu.  O gün Stelyo, gönlünü kaptırdığı Bolayırlı Fatma ile karşılaşma umudu ile panayıra gelmişti.  Her ne kadar o yıllarda Müslüman kadınlar evlerinden çıkıp çarşıda pazarda pek dolaşmazlardı ama  Fatma, o sıralarda yeni yeni gelmeye başlayan göçmen ailelerden birinin kızı idi.  Babası zaten Drama’dan yola çıkmadan ölmüş, ağabeyleri de Balkan savaşından dönememişlerdi.  Anası hasta olduğundan iki küçük kardeşine bakabilmek için evde yaptıkları pekmez, tulum peyniri ve ekşimikleri panayır olduğunda komşularının öküz arabasına yükler Gelibolu’ya inerdi.  Stelyo, Fatma’yı ilk gördüğünde, baş örtüsünün altından taşan mısır pükülü sarı saçlarına ve zümrüt gözlerine vurulmuştu. Fatma ve ürünlerini getiren öküz arabası hamamın üstündeki yan sokakta durur, sokağın ağzına da Fatma’nın komşusu Rüstem Aga’nın tezgahı kurulurdu.  Fatmacık da o tezgahın en ucunda iki üç karışlık bir bölmeye kendi mallarını dizer müşteri beklerdi. 

 
Stelyo hamama doğru ilerlerken bir el arkadan omzuna dokundu.  Arkasına döndüğünde çoktandır görmediği çocukluk arkadaşı Mavra’yı gördü.  “Ya su vre Stelyo”.  Stelyo, biraz şaşkın, “Ya su vre Mavra.. Nerden çıktın vre?”.  “Limni’ye amcamların yanına göçtük ya, orada yaşıyoruz artık”.  Mavra, Stelyo’yu kolundan kavrayıp kalabalıktan uzakça bir köşeye çekti.  “Bana bak Stelyo, fazla vaktim yok, onun için dikkatli dinleyesin”.  Sonra devam etti, “Kaptan Kara Yannis’i hatırlarsın?”  Stelyo, Yannis’i hatırladı.  Beş altı yıl önceye kadar dedesine lakerdalık torik getiridi.  Nedense dedesi Yannis’den pek haz etmezdi.  “Kaptan artık balıkçılık yapmıyor.  Kavala ve Komitini’nin kıyı köylerinden koyun topluyor.  Müslüman köylerinden.” diye anlattı Mavra ve devam etti, “Anlarsın ya, beş para vermeden”.  Stelyo lafın nereye geleceğini merak etmeye başladı.  Mavra fazla uzatmadı ve Kara Yannis’in iki hafta sonra iki üç kayık ve tayfaları ile Baklaburnu kumsalına gelip İbrahim Mazhar Bey’in koyunlarını kaçıracağını, Stelyo’nun Mazhar Bey’in çobanlarını iyi tanıdığını bildiğini, çobanları kandırıp sürüyü kumsala getirmesini istediğini anlattı.  Stelyo itiraz edecek oldu ancak Mavra, Yannis’in bu işi çok iyi planladığını, Stelyo’nun Bolayırlı Fatma’ya olan zaafını da öğrendiğini, isteneni yapmaz ise bir yolunu bulup kıza zarar vereceğini söyledi. Mavra, planın ayrıntılarını görüşmek üzere Limnili iki balıkçı ile bir hafta sonra tekrar geleceğini bildirip Stelyo’nun iyi düşünmesini tembih etti ve kalabalığa karışıp uzaklaştı.

O akşam ihtiyar Yorgo torununun şaşkın, çaresiz ve ümitsiz durumunu hemen sezdi ve biraz sıkıştırınca durumu öğrendi.  “Vre nankör köpekler” diye öfkelendi yaşlı adam. Sonra, Stelyo’yu karşısına oturtup anlatmaya başladı.  “Barbarossa Hayrettin’i bilirsin değil mi?  İşte, bir gün Barbarossa Sultan Süleyman’ın donanmasının başında seferden dönüyor.  Yanında, Fransa’nın güneyinden getirdiği yeni gözdesi Kalyopi var.  Donanma Çanakkale boğazına yaklaşırken aniden yaman bir fırtına kopuyor ve İmbroz’un korunaklı koylarından birine sığınmak zorunda kalıyor. Bu sırada güzel Kalyopi hastalanıp ölüyor.  Barbarossa Paşa cenazeyi adaya çıkarttırıyor ve adalılardan sevdiği kadının Hristiyan dininin gereklerine uygun bir şekilde defnedilmesini istiyor.  Adanın Rum ahalisi sürmekte olan berbat fırtınaya ragmen Kalyopi için görkemli bir cenaze düzenliyorlar.  Gösterilen ilgiden çok memnun kalan kaptan paşa İstanbul’a vardığında olayları padişaha anlatıyor.  Süleyman da, çok değer verdiği kaptanpaşasını bu denli sevindiren ada halkını ödüllendirmek için adanın büyük bir bölümünün topraklarını ‘padişah tapusu’ ile İmbrozlular’a dağıtıyor.”  Yorgo durdu ve kendisini dikkatle dinleyen torununa baktı.  Sonra devam etti, “İşte İmbroz’da bana babamdan, ona da atalarından kalan bağlar o padişah tapulu topraklardandır.  Kuşaklarca o bağları dilediğimiz gibi işledik, şarabımızı yaptık ve sattık, ailemizi refah içinde yaşattık.  İnançlarımız farklı olduğu ve idare kendilerinde olduğu halde Müslüman komşularımızdan baskı görmedik.  Gelibolu’ya göçtükten sonra da yine bir Türk ve Müslüman beyin himayesinde yaşadık.  Ondandır ki, beyin mallarına bizim soyumuzdan birinden bir zarar gelmeyecek”.  Yorgo bunları söyledikten sonra Stelyo’ya ne yapacağını uzun uzun ve ayrıntılı olarak anlattı.

Şimdi tekrar öykünün başladığı geceye dönelim.  Korsanlar, planladıkları gibi ay yükselmeye başlayınca kayıklarına geçip Baklaburnu’nu kuzeydoğuya doğru dolanmak üzere küreklere asıldılar.  Tam burnun açığına gelip kumsala doğru yöneleceklerdi ki burundaki kayaların üzerinden birisinin ıslık çalarak ve bağırarak kendilerine seslendiğini duydular.  Yavaşlayıp buruna yaklaştılar.  Ay ışığında ancak seçilebilen kişi Rumca seslendi; “Vre barba Yannis,  ben Stelyo.. Vre iş bozuldu.  Çobanlardan biri boşboğazlık etmiş, Jandarma haber almış.  Koyunların arasına yatmışlar sizi baklerler… Varın tez dönün.  Pusuya gidersiniz”. 

Kara Yannis öfkelendi.  Ancak hemen dönmeyip iki kayığı burunda bekletirken diğerini kumsala doğru gönderdi.  Ay deniz yüzeyini iyice aydınlatmaya başlamıştı.  Kayık kumsala yüz metre yaklaştığında kıyının hemen gerisindeki kovalıktan bir düdük sesi duyuldu ve anında beş altı yerden mavzer atışı başladı.  Limnili korsanlar derhal dönüp uzaklaşmaya başladılar.  On dakika kadar sonra kıyıdan bakıldığında, üç kayığın da yarım mil açıkta bekleyen büyücek bir balıkçı takasına ulaştığı, kayıkların yedeğe alındığı ve takanın yaşlı motorunu zorlayarak tam yol körfezin dışına doğru açılmaya başladığı seçilebiliyordu.

Korsanlar, gece vakti Baklaburnu’nun ucuna kadar gelip kendilerini jandarma pususundan haberdar eden Stelyo’ya karşı minnettar kaldılar.  İhtiyar Yorgo, olay gecesinden önce Stelyo’yu jandarmaya göndermiş ve korsanların planını anlattırmıştı.  Jandarma komutanı da daha sonra olanları İbrahim Mazhar Bey’e aktardı.  Bey, Yorgo’yu konağına çağırdı.  O gece iki yüz kadar koyununu kurtaran, yaşlı ve emektar Rum’un torununu ödüllendirmek istiyordu.  Yorgo bu fırsatı da kaçırmadı ve beye Stelyo’nun Bolayırlı Fatma’ya olan sevdasından söz etti.  Bey, iki ayrı cemaatten olan bu gençlerin bir araya gelmesinin zor fakat imkansız olmadığını düşünerek, Fatma’nın Bolayır’daki evine kadar gitti ve genç kızı hasta annesinden istedi.  Stelyo’nun kıza din değiştirme konusunda baskı yapmayacağına kefil oldu.  Hasta kadını da Gelibolu’ya aldırıp daha iyi bakılmasını sağladı.  İbrahim Mazhar Bey’in koyunlarının kurtulduğu geceden bir ay sonra Fatma ile Stelyo’nun düğünü oldu.  Mazhar Bey’in konağının bahçesinde yapılan düğüne gelen çok sayıda Müslüman konuğun yanında Gelibolu’da kalan çok az sayıdaki Rumlar’ın da hemen hepsi katıldı.

(Bu öyküm, Gelibolu Rüzgarı dergisinin Mart 2016 sayısında yayınlandı).