Thursday, June 16, 2016

DERİYE NAKŞOLAN DÜNYA

Haziran ayı yarılanmış, güneşin doğduğu nokta ufukta Biga sırtlarından daha bir kuzeye, Marmara açıklarına doğru kaymıştı.  Elli yaşını iki yıl önce devirmiş olan denizci yattığı yerden kalktı, yatağının yanındaki sedirin üzerinde duran örgü yeleğini sırtına geçirdi ve alt katı kagir yığma taş konağının ahşap üst katındaki odasının Marmara’ya bakan küçük balkonuna çıktı.  Konağın bulunduğu yer Şengün Hamamı’na inen hafif bayırın ortalarına rastlıyordu.  Güneş ufukta henüz bir mızrak boyu bile yükselmemişti. Esinti namına birşey olmayan son derece sakin bir sabahtı.  Uzaktan gelen martı seslerine konağın damında dolaşan iki guguk kuşundan erkek olanın dişisine yaptığı çağrı karışıyordu; “guguuuu cuk..   yusuuuf cuk..  guguuuu cuk..  yusuuuf cuk…”.  Uzun yıllar yedi denizlerde dolaşmış, türlü diyarlar türlü türlü mahluklar görmüş olan kaptan, damdaki kuşların aslında guguk kuşu değil ‘çizgi yakalı kumru’ olduğunu tanıyacak kadar bigiliydi.  Ama Gelibolu’nun daha yukarı bir mahallesindeki evlerinde büyürken anası bu kuşları ‘guguk kuşu’ diye belletmiş ve Yusuf Peygamber’in zalim kardeşleri tarafından bir kuyuya atılmasına şahit olan bu kuşun o gün bu gündür nasıl bu ağıtı tekrarlayarak dolaşmasını anlattığını anımsıyordu.  Küçüklüğünden beri yaptığı gibi gözlerini kapadı ve kuşun hüzünlü şarkısını dinlemeye koyuldu.  Şarkı, yaşlı adamı amcası ile çıktığı seferlerde gördüğü ülkelere götürdü.  Osmanlı Donanması’nın ünlü amirallerinden Ahmed Kemaleddin, veya daha yaygın olarak bilinen ismi ile Kemal Reis, amcası idi ve o da kendisi gibi Gelibolulu idi.  Kemal Reis, yeğeni Ahmet’i çok tuttuğu halde muhabbetini belli edip genç adamı şımartmaktan kaçınırdı.  O nedenle on beşinci yüzyılın son çeğreğinde, yanına yeğenini de alıp, Sicilya, Korsika, Sardunya ve Fransa kıyılarında korsanlık yaparken Ahmet’e sürekli çetin görevler vermiş, bir taraftan delikanlının yeteneklerini tekrar tekrar sınarken bir taraftan da bu becerilerin daha da gelişip pekişmesine olanak tanımıştı.  Yıllar geçti, Kemal Reis’in yanında yetişen, kayıtlı künyesi ile Ahmet ibn-i el-Hac Mehmet El Karamani, büyüdü, donanma kumandanı rütbesine kadar yükseldi.  O Haziran sabahı Gelibolu’daki evinin balkonundan Marmara’yı seyrederken guguk kuşunu dinleyen bu kumandan, yaygın adı ile Ahmet Muhyiddin Pîrî Bey, artık daha çok Pîrî Reis olarak tanınıyordu.  Kuşun sesi birden kesildi.  Arkadan iki çift kanat sesi duyuldu.  Reis gözlerini açtı, önde dişisi arkada erkeği bir çift kumrunun telaşla sahile doğru alçaldığını gördü.  Tam arkasını dönüp içeri girecekti ki, yine deniz tarafında kıyıdan elli metre kadar açıktan gelen ve sabah sessizliğini yırtan bir ses duydu.  İlk kez çocukluğunda Gelibolu kıyılarında tanık olduğu, daha sonraki yaşamında yakın ve uzak denizlerde yüzlerce, belki de birkaç bin kez, duyduğu bu ses her defasında olduğu gibi bir kez daha yüzüne bir gülümseme yayılmasına neden oldu.  Dört beş yunus oynaşarak, bir dalıp bir çıkarak, her çıkışlarında derin nefesler alarak Feneraltı kayalarının biraz açığından geçip gidiyordu.  Usta denizci uzaklaşan neşeli yaratıkları bir süre izledi sonra içeri girdi.

Yarım saat kadar sonra Reis uyku kıyafetini değiştirmiş, sade fakat değerli kumaştan günlük kaftanlarından birini giymiş, başında ev içinde kullandığı takkesi ile giriş katındaki mutfak bölümünden büyük çalışma odasına geçti.  Çorba kasesi hala elinde idi.  Öküz boynuzundan yapılma büyükçe kaşığı ile kasenin dibinde kalmış son paça çorbasını da toparlayıp ağzına götürdü.  Boşalan kaseyi ve kaşığı hemen arkasından gelen arap lalasına verirken lalanın uzattığı nemli peşkirle dudaklarını ve ellerini sildi, onu da yaşlı zenciye iade etti.  Ahmet Muhyiddin beş yaşına girdiğinde amcası Kemal Reis küçük yeğenine hizmet etmesi ve güncel yaşamla ilgili eğitimine yardımcı olması için İskenderiye’den getirmişti bu lalayı.  Artık yetmişli yaşlarına yaklaşan emektar hizmetkar eskisi kadar çevik olmasa da, Reis lalasını emekli etmemiş, sorumluluk ve yükümlülüklerini iyice azaltmakla beraber sürekli yanında tutmaya devam ediyordu.  Rüstem Lala çorba kasesini, kaşığı ve peşkiri mutfağa götürmek için uzaklaşırken Reis çalışma salonunun büyük penceresi önüne yerleştirilmiş geniş ve uzun tezgaha yöneldi.  Tezgahın hemen yanında dikine yerleştirilmiş iki büyük meşe fıçı duruyordu.  Her iki fıçının içi bir bir buçuk metre yüksekliğinde rulolarla doluydu. Tezgahın diğer kenarı üzerinde ise birkaç dikdörtgen ahşap kutu ile üç dört adet çini vazo dizilmişti.  Kutuların içinde değişik büyüklükte kilden hokkalar, onların da içinde farklı renkte mürekkepler, vazolarda ise değişik boy ve kalınlıkta fırçalar, divitler ve metal uçlu kalemler vardı.  Tezgahın arkasındaki büyük pencerenin ahşap pervazına çakılı çivilere asılı iki adet uzun metal cetvel iki üç tane de pergel göze çarpıyordu.  Tezgahın sol tarafına kenarları birer metreye yakın kare bir harita yayılmıştı.  Birkaç diğer harita da tezgahın pencere dibinde yarı açık yarı rulo edilmiş halde duruyordu.  Sol taraftaki haritanın üzeri şeffaf bir parşömen ile kaplı idi. Parşömen, sivriltilmiş  balina balenleri ile alttaki haritaya tutturulmuş, haritanın kenarında Latin harfleri ile yazılmış notlar görülüyordu.  Şeffaf parşömenin yüzeyi alttaki haritayı tekrarlayacak şekilde çini mürekkebi ile çizilmişti. Yaşlı amiral parşömene doğru biraz eğilerek çalışmayı uzun süre inceledi.  Bir ara durup sağ tarafdaki vazolardan birinden ince uçlu bir divit çekip hokkalardan birine batırdı.  Arkadan, divitin ucundaki kırmızı mürekkeple parşömendeki çizim üzerinde ufak bir düzeltme yaptı. Doğruldu ve önündeki haritayı ve üzerindeki kopyasını tekrar uzun süre süzdü.  Daha sonra tezgahın sağ tarafına yayılmış diğer parşömenin önüne geçti.  Bu, sol taraftaki haritanın üzerine tutturulmuş olan gibi saydam değildi.  Parmaklarını hafifçe bu parşömenin üzerinde gezdirdi.  Yunus balıklarının ardından bakarken beliren gülümsemeye benzer bir ifade tekrar yüzüne yayıldı.  Parmaklarının üzerinde gezdiği malzeme o dönemde üretilen en üstün kalite parşömendi.  Bu parşömen tabakasını, Konstantiniye’nin düşmesinden sonra şehirde kalıp Fatih Sultan Mehmet Han’ın teşviki ile zanaatlerini sürdürmeye devam eden Rum ustalar sayesinde dünyanın en kaliteli parşömen üretim merkezlerinden biri haline gelen İstanbul’dan getirtmişti.  Reis, İskenderiye ve Kahire’de de parşömen üreten ustaları izlemiş, onların oğlak derilerini nasıl kirece yatırıp beklettiklerini sonra yıkayıp metal sıyırgılarla tüylerini temizlediklerini, arkadan tekrar akan su duruluncaya kadar deriyi defalarca yıkadıklarını, en son olarak da yuvarlak çerçeveler içine davul gibi gerdikten sonra kuruttuklarını, bu kurutma işlemi sırasında zaman zaman derinin nispeten kalın kalmış bölgelerini ıslatarak ve o bölgeleri daha da gererek bütün derinin eş kalınlığa gelmesini, sonunda bu yöntemle yeknesak kalınlıkta açık renkli parşömen elde ettiklerini görmüştü.  Ancak, İstanbul’dan getirttiği bu parşömen, Sudan’dan İstanbul’a salamura içinde getirilmiş ham Gazal derisinin işlenmesi ile üretilmişti ve daha üstün dayanıklılığı, daha düzgün yüzeyi ve mürekkebi hiç dağıtmaması nedeni ile çok daha kaliteli idi.  Piri Reis, dünyanın dört bir yanından topladığı eski haritalardan yararlanarak ortaya çıkaracağı dünya haritasının bu uzun ömürlü üstün malzeme sayesinde çok sonraki kuşaklara kadar ulaşmasını istiyordu.   Önünde duran gazal derisinden üretilmiş parşömenin üzerinde, geliştirdiği dünya haritasının bir kısmı belirmeye başlamıştı bile.  Pencere pervazına asılı metal cetvellerden birini ve hemen onun yanındaki pergeli yerlerinden indirdi.  Cetvelin bir ucunu, haritanın tamamlanmış kısmında olan Cebel-i Tarık boğazının ağzına, diğer ucunu da Atlas Okyonusun ortalarında bir yere isabet eden, yine önceden çizimine başlamış olduğu pusula gülünün ortasına koydu.  Sonra pergeli alıp sivri ucunu pusula gülünün ortasına sapladı ve ince bir grafit parçası takılı olan diğer ucu ile Lizbon’dan geçen bir yay çizdi.  Sonra cetvel ve pergeli tezgahın yanına bırakıp tekrar sol taraftaki harita ve onun üzerine tutturulmuş şeffaf parşömene geçti.  Derin bir nefes aldı ve parşömeni alttaki haritaya sabitleyen belenleri teker teker ve dikkatlice sökmeye başladı.  Otuz kadar balenin tamamı yerinden çıktıktan sonra serbest kalan parşömeni yavaşça kaldırdı ve sağ taraftaki, gazal derisinden üretilmiş esas haritanın üzerine getirdi.  Şeffaf parşömenin üzerinde de bir pusula gülü bulunuyordu.  Her iki gülü üst üste getirdi. Kenara bıraktığı sivri balenlerin en sağlamlarından birini alarak pusula güllerinin ortasına sapladı.  Daha sonra üstteki şeffaf parşömeni sapladığı balenin oluşturduğu eksen etrafında döndürerek üsteki pusula gülünün doğu-kuzey-doğu yönündeki ucundan çıkan ince çizgiyi Lizbon’un üzerine getidi ve durdu.  Bir sağlam balen daha alıp bu kez şeffaf parşömenin sağ kenarına saplayarak iki tabakayı sabitledi.  Arkadan, beş altı balen daha kullanarak biri şeffaf diğeri gazal derisinden olan iki parşömen tabakasının hiç oynamayacak şekilde birbirlerine bağlanmalarını sağladı.  Tezgahın solundaki harita, Piri Reis’in Akdeniz’deki seferlerinden birinde amcası ile ele geçirdikleri ticari bir İspanyol gemisinde bulduğu eski bir harita idi.  İspanyol kaptan, Ahmet Kaptan’ın yağmada insaflı davranması karşılığında bu haritayı Türk kaptanlara vermişti.  Piri Reis’in, dünya haritasını tamamlamak için kullandığı yirmi adet, daha dar kapsamlı haritalardan biri olan bu haritanın köşesinde müellifinin imzası, Latin harfleri ile ‘Xpo-Ferens’ olarak okunuyordu. Bu, Kristof Kolomb’un imzası idi.  Böylelikle, Kolomb’un haritasındaki Afrika’nın batı kıyısı ile ilgili ayrıntılar, Piri Reis’in derlediği, gazal derisinden parşömen üzerine çizdiği dünya haritasının üzerine aktarılarak gereken yere oturmuş oldu.  Reis, daha sonraki günlerde, sivri balenleri ile şeffaf parşömen üzerindeki çizimi, çizimi oluşturan çizgiler boyunca bitişik noktalardan delerek alttaki gazal derisi parşömeni işaretliyecek, bu işlem de bittikten sonra binlerce balen deliğinden oluşan alttaki harita taslağını mürekkepliyerek nihai haritasını elde edecekti.

Piri Reis bu yöntemle çalışmaya devam ederek Hicri 919 yılının Muharrem ayında (1513) dünya haritasını bitirdi. 1517’de de Sultan I. Selim’e sundu.  Bu büyük denizci ve dünya çapında başarılı kartograf, seksen yaşını devirdikten sonra Basra Körfezi’ndeki Hürmüz kentinin kuşatılmasında düştüğü bir hata nedeni ile Kanuni Sultan Süleyman’ın hışmına uğradı ve bir mahkeme önünde kendisini savunma hakkı bile tanınmadan boynu vurularak yaşamına son verildi.  Osmanlı İmparatorluğu’nun göğsümüzü gururla kabartan sayısız şanlı hikayesinin yanında, bu hadise de hatırladıkça başımızı utançla eğmemize neden olan olaylardan biri olarak tarihimize kaydoldu.
Cihan Koru
(Bu öyküm Gelibolu Rüzgarı dergisinin Haziran 2016 sayısında yayınlandı.)



No comments: