Friday, February 3, 2023

'KADIKÖY MAARİF – İLK YILLAR' Belgeseli

2015 yılında Kadıköy Maarif’in ilk mezunlarından Em. Büyükelçi Uğur Ergun ile sohbet ediyoruz. Hakkında görüşlerimizi paylaştığımız güncel olaylar ne kadar sıcak olursa olsun muhabbet eninde sonunda okul yıllarımıza yöneliyor. Düşünülürse, bunun böyle olması da son derece doğal. Çocukluktan delikanlılığa geçmekte olduğumuz ve ders yılları içinde ailelerimizden daha fazla birbirimizle zaman geçirdiğimiz bir dönemden söz ediyoruz. Kişiliklerimizin şekillendirilmeye en yatkınken, genç birer adam olma telaşında olduğumuz o yıllarda bizlerin olumlu hayat felsefeleri edinmemizde önemli payı olan bir okul yaşamı. Üstelik, ilkokuldan hemen sonra başlayıp ortalama yedi yıl süren bir yolculuk. Uğur, bizler gibi eski mezunların zaman zaman bir araya geldiğinde o gün yaptığımız gibi karşılıklı anlatıp bizleri yıllar öncesine götüren anıların bir gün gelip unutulup gideceği düşüncesinin verdiği üzüntüyü dile getirerek bunların bir kitap halinde derlenmesinin ciddi olarak ele alınması gereken değerli bir proje olabileceğini ifade ediyor. Fikir beni de heyecanlandırıyor ve bu işi nasıl gerçekleştirebileceğimizi düşünmeye başlıyoruz. Kısa süre sonra tekrar bir araya geldiğimizde bu kez ben bu projeyi bir kitap yerine belgesel film formatında hayata geçirmeyi öneriyorum. Uğur da bu fikre sıcak bakınca ‘KADIKÖY MAARİF – İLK YILLAR’ belgeseli, en azından bir tasarı olarak doğmuş oluyor.

Aslına bakarsak, bu belgeselin yapılması bu okulun kuruluş ve ilk yıllarını yaşamışlar için bir farzdı. Nedeni ise; bu okulun kurulduğu yıllarda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yabancı dil eğitiminde attığı en önemli adımlardan birini simgeleyen saygın bir eğitim yuvası olmasıdır. Dolayısı ile, bu belgeseli yapma fikri, zaman içinde kayda değer değişiklikler geçiren okulun kuruluş felsefesini ve ilk yıllarında sahip olduğu özellikleri sonraki kuşaklara aktararak o yıllara ışık tutacak bir kaynak oluşturma düşüncesini temsil ediyor.

İlk çekimi 19 Eylül 2015’de Em. Büyükelçi Ergun’un Gümüşsuyu’ndaki evinde kendisi ve yine ilk mezunlardan Kutmete Atılgan ile yapıyoruz. İkisinin de okul yıllarındaki sporcu kimlikleri hala belleklerde tazeliğini koruyor. Futbolla ilgili anekdotları yanında okulun daha ilk yıllarda yakaladığı akademik düzey ile ilgili anlattıkları dikkat çekici.



Belgeselin ilk söyleşisini Em. Büyükelçi Uğur Ergun ile yaptık.



Em. Büyükelçi Uğur Ergun ve Kutmete Atılgan.

Bu söyleşi ve çekim ilk mezunlar arasında duyulunca projeye ilgi kısa sürede yayılıyor. Katkıda bulunmak isteyenlerden öneriler gelmeye başlıyor. İlk tasarıya göre çalışmanın temelini okulun ilk yıllarını yaşamış öğrenciler ve öğretmenlerle yapılacak söyleşilerden derlenecek anı ve izlenimler oluşturacak. İşe giriştiğimizde ilk yıllarda mezun olanların hemen hepsi yetmişini devirmiş ‘delikanlılar’. Bu kuşağı eğiten öğretmenlere gelince; ne yazık ki, okulun ilk yılında görev yapmış hocalardan hiç biri hayatta değil. İkinci ders yılında, yani 1956-57’de, ders vermiş öğretmenlerden yalnız müzik öğretmenimiz Hikmet Günsel hanım hayatta. 25 Kasım 2015’de Kadıköy Koleji marşının da bestecisi olup okulun en sevilen öğretmenlerinden Hikmet hocanın evindeyiz. Hocamız daha okul yıllarında hayran olduğumuz nezaket ve zarafeti ile bizi ağırlarken son derece sıcak bir söyleşi veriyor.



Müzik öğretmenimiz Hikmet Günsel hocamızla söyleşi

Sinema, genellikle, bir ekip çalışmasıdır. Böyle bir projeye tek tabanca girişmek pek akıllı işi değil ama bir kez niyet etmiş bulunuyorum, sonuna kadar götüreceğiz. Tek yapımcı olduğumdan araya başka kişisel profesyonel projeler girdiğinde bu çalışma bir süre ertelenmek zorunda kalıyor. 2016 yılında çalışmada ilk kesinti oluyor. Kadıköy Maarif’li tanınmış sinema adamı Eriş Akman’ın senaryosunu yazıp yönettiği ‘Name – Human’ adlı İngilizce uzun metraj filmde yapım sorumlusu olarak görev alıyorum. Güzel bir iş çıkarıyoruz ama ‘İLK YILLAR’ belgeselinin yapımı bir yıl uzuyor.

Okulun ‘ilk yılları’ dediğimizde hangi yılları kastediyoruz? Bu, aslında ancak sekiz yıl devam edebilen, çok da uzun olmayan, bir süre. Bu yılların temel özelliği, okulun yalnız yatılı ve yalnız erkek okulu olması. Buna ek olarak, bu dönemde uygulamaya konduğu halde daha sonraki yıllarda yavaş yavaş değişen diğer bir temel ilke de, İngilizce dili yanında tekmil fen derslerinin de ana dili İngilizce olan öğretmenler tarafından verilmesi.

Belgeselde ele alınan konuların başında bu okulun ne amaçla kurulduğu var. Amaç, o yıllarda yalnız Robert Kolej, Bağlarbaşı Amerikan Koleji veya Alman Lisesi gibi yabancı okulların tekelinde olan, üst düzey bir yabancı dil eğitimini Milli Eğitim Bakanlığı denetiminde verecek bir kurum yaratmak.

Eriş ile giriştiğimiz uzun metraj film projesi tamamlandıktan sonra tekrar belgesel üzerinde çalışmaya dönüyorum. Söz konusu dönemi yaşamış en kıdemli mezunlar o yıllarla ilgili izlenimlerini anlatmak için sıraya giriyorlar. Avrupalı birkaç firmanın temsilcisi Osman Erzene en sevilen Amerikalı öğretmenlerden David Miller’i, İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde ders veren Ali İzzet Eken o yıllardaki yatakhane düzenini, Mimar ve Hürriyet’in spor yazarı Ünal Özüak okul müdürü Vehbi Güney’in muhalefetine rağmen fen şubesi öğrencileri olarak spor etkinliklerine nasıl devam ettiklerini, Türk ürünlerini Amerika’da pazarlayan Emirhan Buzcularlı spordaki başarıları,

Emekli şirket yöneticisi Yüksel Özay, Amerika’da yaşayan emlak uzmanı Bülent Bediz ve beyin operatörü Suha Erginöz kız öğrencilerin olmadığı yıllarda karşı cinsle iletişim konusunda yaşadıkları sorunları, Türkiye’nin en büyük şirketler grubu ile ilişkili olarak hala görevde olan Nuri Kubanç Caferağa mahallesindeki komşularımızla ilgili ilişkilerimizi, emekli mimar Derya Kaptan okuldaki bir inşaat sırasında ortaya çıkan, yerleşkenin eski kullanıcılarından Alman kampı zamanında işlenmiş bir cinayetin kanıtlarını anlatıyor.

Söyleşi çekimlerine devam ediyoruz. Birleşmiş Milletlerin New York merkezinden emekli Candan Göksenin bizim ve yaşadığı diğer okulların yatakhane düzenlerini karşılaştırıyor, Maariften ayrılıp Deniz Lisesi’ne transfer olan Haluk Kayal bizde kazandığı İngilizcesinin meslek yaşamında kendisine kattıklarını, Operatör Dr. Niyazi Ülgen izcilik anılarını, Philips'de yöneticilikten emekli Hamdi Coşkunpınar en sevilen hocalardan resim öğretmenimiz Hidayet Gülen’i, Maarifli sanatçıların en kıdemlilerinden oyuncu ve yönetmen Can Gürzap okuldan kaçmaları, Yedi Tepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nin kurucularından Prof. Türker Sandallı okula komşu evlerden birini yandığı akşamı, senarist yönetmen Eriş Akman en sevilen hocalardan Cemal Yeşilada ile olan anılarını, Sultan Hamamı tekstil firmalarındaki köklü bir aile işletmesinin sahibi Orhan Can sevilen Türkçe ve edebiyat hocamız Nezahat Somar ile olan bir anısını anlatıyor.



Maarifli mezunlarla yaptığımız söyleşilere üç örnek.

Yukarıdakilerden başka daha bir çok Maarif mezunu profesör, doktor, mimar, mühendis, sanatçı, profesyonel sporcu ve iş adamının okulla ilgili anılarını ve izlenimlerini kayda alıyoruz. En son söyleşiyi de 2022’nin sonunda, opera sanatçısı soprano Müjgan Özçay ile yapıyoruz. Maarifli ilk kız öğrencilerden biri olan Özçay, ‘yalnız erkek yalnız yatılı’ özelliği ile ‘ilk yıllar’ olarak tanımladığımız dönemin sonunu simgeliyor. Gündüzlüler yanında kız öğrencilerin de okula kabulü ile daha çağdaş bir eğitim yuvasına evrilen Kadıköy Maarif Koleji’nin o dönüşümü ile ilgili izlenimleri de Özçay’dan dinliyoruz.

Sonunda, okulun ilk yıllarına tanık olmuş 34 mezun ve bir öğretmenle söyleşi yapmış oluyorum. Söyleşi çekimleri bittiğinde elde yedi saatten fazla video var. Şimdi bunların tasnif edilmesi, ayıklanması ve en ilginç olanların seçilmesi gerekiyor. Önce, belgeseli birkaç bölüme ayırıyorum; kuruluş ve açılış, okulun ilk yıllardaki temel özellikleri, yönetim kadrosu, Türk öğretmenler, yabancı öğretmenler, yatılı ve erkek okulu olmanın artı ve eksileri, görevli personelden belleklerde yer etmiş bazıları, o dönemden unutulmayan bazı olaylar ve bir dolu ilginç anekdot.

Şimdi sırada belgesel içinde kullanılacak fotoğraf, grafik ve harici video gibi görsellerin araştırılıp, toplanıp, kullanılır hale getirilmesi lazım. Kendi arşivim yanında yine o yılları yaşamış mezunların ellerindeki koleksiyonlara baş vuruyorum. Bu kadar da kalmıyor. Seyircinin söyleşi sırasında anlatılan olayları daha iyi canlandırabilmesi için, özellikle mizah ağırlıklı anekdotlar için bir dizi karikatür çiziyorum.


Yaptığım karikatür ve çizimlere örnekler

Bütün bu çalışmaları yazmak kolay da, gerçekleştirmek ayrı bir hikaye. Araya bir de 2021’de yaptığım iki kısa film projesi girince işin tamamlanması bir yıl daha erteleniyor. Üstüne üstlük iki yıla yakın pandemi de çalışmayı yavaşlatıyor. Bu arada, söyleşi yaptığım iki mezunumuz, Barış Manço’nun yakın mesai arkadaşı Erkmen Sağlam ve reklam filmleri yapımcısı Haydar Volkan, işin bitmesini göremeden vefat ettiler. Kendileri ile söyleşi yapmayı çok istediğim, ilk mezun sınıfın en çalışkanlarından Oral Ansen ve okulun ilk kız mezunu Sühendan Taftalı Erdoğan ben davranıncaya kadar aramızdan temelli ayrıldılar. Bu eksiklik içimde çözümsüz bir dert olarak kalacak.

Proje hala devam ediyor. Kesip biçme işi hemen hemen tamamlandı. Ortaya yaklaşık 110 dakikalık bir iş çıkacak. Nihai işin aşırı uzun olmaması için kullanamadığım videoların içinde tozlu bir rafta unutulup gitmesine kimsenin razı olmayacağı çok miktarda malzeme var. Onları nasıl değerlendireceğime hanüz karar vermedim. Hele eldeki işi alnımın akıyla bir ortaya çıkarayım, sıra onlara da gelecek inşallah.

Daha ne kaldı derseniz; karikatür ve çizimlerin tamamlanması, video kliplerin renk ayarları, ses kalitesinin yer yer düzeltilmesi ve birkaç harici görselin araştırılıp bulunması gibi ayrıntılar var. Ne zaman biter? Elimden gelen en kısa zamanda, umarım 2023 içinde.

(YouTube’da Kadıköy Maarif – İlk Yıllar şeklinde arama yapıldığında belgeselin bugüne kadar biten kısımlarından örneklere ulaşmak mümkün).

Wednesday, August 10, 2022

YENİ ROMANIMDAN

 Üzerinde çalışmakta olduğum yeni romanımdan bir bölüm.


Önde Dr. Naci Bey, arkasında diğer iki doktor ve Törk, Ohio State Üniversitesi’nin kapalı spor salonu olan devasa St. John Arena’ya doğru yöneldiler. Büyük ana kapıdan girdiler ve tribünlere ulaşmak için karşılarına gelen merdivenlerden çıkmaya başladılar. Merdivenlerin yarısına henüz ulaşmışlardı ki, spor salonundan yükselen bir ses, bir davul-zurna ikilisinin kulağı delerken göğsü yumruklayan gümbürtüsü, gelenlere ulaştı. Merdivenlerin tepesine çıkıp aşağıda kalan oyun sahasına baktıklarında manzara muhteşemdi. Ortada zeybek giysileri içinde bir genç adam zurna üflerken, hemen yanında geleneksel üçetek giymiş bir genç kız boynunda asılı ramazan davulunu ritimle tokmaklıyordu. Muhteşem olan bu ikilinin yaptıkları müzik değildi. Törk’ün ve yanındaki Türk doktorların yüreklerini heyecanla kabartan, bu delikanlı ile genç kızın etrafında el ele vermiş, enstrümanların ritmi ile dalgalanan yüzden fazla Amerikalı gençti.


Yeni gelen dört Türk tribün sıralarını bölen merdivenlerden inerek oyun sahasına yaklaştılar ve en öndekinin üç gerisindeki sıraya yan yana iliştiler. Şimdi zurnayı üfleyen genç ile davulu çalan genç kızı daha yakından görebiliyorlardı. Delikanlı hafif göbekli ve omuzuna kadar uzun saçlı idi. Kısa bir sakalı ve bıyıkları vardı. İzleyen Türkler, Anadolu folkloru konusunda uzman olmadıklarından, genç adamın üzerindeki zeybek giysilerini andıran kıyafetin aslında herhangi bir yöreye özgü bir giyim tarzını yansıtmadığını anlamaları olanaksızdı. O anda onları etkileyen önlerindeki alanda daha önce benzerlerini çok gördükleri tanıdık bir kıyafet içindeki bu kişinin, fareli köyün kavalcısı misali, etrafındaki gençleri tek vücut hale getirmiş ve yine kulaklarına yabancı gelmeyen bir ezgi eşliğinde oynatmakta olduğu idi. İzleyiciler biraz dikkatle dinleseler, zurnadan yükselen ezginin de bilinen bir halk oyunu parçası olmayıp Modern Folk Üçlüsü’ nün popülerleştirdiği Ali Paşa Ağıtı olduğunu fark edebilirlerdi.

Zurnacı gencin milli kökenini belli edecek belirgin bir etnik tipi yoktu. Ancak davul çalan genç kız Anglosakson ırkın bütün özelliklerini taşıyordu. İnce uzun boylu, pembemsi beyaz tenli, mavi gözlü ve düz uzun sarı saçlı idi. Zurnayı çalanın müziğin ritmini vurgulamak çabası ile aleti üflerken eğilip bükülmesine karşın, davula daha bir ruhsuz vuruyordu. Ama bu ayrıntı da, manzara karşısında apışmış dört Türk’ün dikkatinden kaçtı. Gördükleri ve duydukları, bulundukları mekânda izleyip dinleyecekleri önceden söylense asla ihtimal vermeyecekleri bir olaydı. Sıradan vatandaşının haritada Türkiye’nin yerini gösteremeyeceği, Amerika Birleşik Devletleri gibi bir ülkede, hem de o ülkenin kendi kültürü dışındaki kültürlerle bağı sıfır düzeyde olan, Ohio gibi, kültürel açıdan içine kapalı bir eyaletinde, yüz küsur Amerikalı genç Anadolu folklorunun ritmi ile hoplayıp duruyordu. Bu da az şaşırtıcı bir şey değildi.

Üç doktor ve Törk’ün ilgi, şaşkınlık ve hayranlıkla izledikleri çalışma yirmi dakika kadar daha devam etti. Dansçı Amerikalı gençler dağılmaya başlayınca, kendilerini izleyen dört kişiyi fark eden zurnacı genç adam onlara doğru yaklaştı.

- Hoş geldiniz Naci Bey. Nasıl buldunuz çalışmayı?
- Doğrusu çok heyecanlandık. Bu kadarını beklemiyorduk doğrusu. Kimdir bu gençler, nereden buldun bizim oyunlara merak duyan bu kadar insanı?
- Doktor Bey, bu gençler yalnız Türk oyunlarına değil, Amerika dışında yaşayan pek çok milletin halk danslarına ilgi duyuyorlar. Bu ülkenin hemen her eyaletinde, özellikle Avrupa folkloruna ilgi duyan insanların oluşturduğu etnik dans kulüpleri var. Burada gördükleriniz de Ohio eyaletindeki böyle bir kulübün üyeleri.

Törk lafa girdi;
- Peki kim öğretmiş bunlara bizim oyunları?
- Ben
dedi, zurnanın ağızlığını çıkarıp silerken. Söyleyiş tarzındaki gururu sezmemek mümkün değildi.

Dr. Naci Bey tekrar konuştu;
- Bora, bugün buraya ne için geldiğimizi biliyorsun.
- Biliyorum Doktor Bey. Türkiye’den bir halk oyunları gurubu getirip Amerika’da gösteriler yapacağız. Bunun ayrıntılarını konuşacağız.

FOTEM Türk halk oyunları topluluğunun Amerika turnesinin planlanması o gün orada başladı.

Naci Bey, Törk ve diğer iki Türk doktorun St John’s Arena’yı ziyaret ettikleri günden yaklaşık iki ay sonra, aynı kampüste farklı bir binadayız. Saat 19:55. Burası Ohio State Üniversitesi’nin en büyük konser salonu Mershon Auditorium. 1500 kişi kapasiteli salonun hemen tamamı dolu. İzleyicilerin çoğunu Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta-Batı bölgesinde yaşayan Türk’ler oluşturuyor. Buna karşılık, kalabalığın içinde doğma büyüme Amerikalılar da az değil. Saatler 20:01’yi gösterdiğinde sahne arkasından güçlü bir zurna sesi yükseliyor. Salondaki Türklerin arasında bu sesi canlı olarak çok uzun yıllardır duymamış olanlar çoğunlukta. Bunların çoğunun belleği, zurna sesini, Türkiye’de bıraktıkları çocukluklarının bayram sabahları radyodan yükselen oyun havaları ile eşleştiriyor. İyice loşlaşan salonu gittikçe güçlenerek dolduran bu ses, Türk kökenli izleyicilerin yüreklerini iyice titretmeye koyulduğunda zurnaya bir de davul ritmi ekleniyor. Davul zurna düeti ile perde de yavaşça açılırken sahne aydınlanmaya başlıyor ve sahnede yerlerini almış dansçılar belirginleşiyor. Salonda inanılmaz bir alkış ve çığlık fırtınası kopuyor. Törk, çevresindeki Amerikalıların da havaya girip heyecanlandıklarını fark ediyor. Onlar da Türkler kadar gürültü çıkarıyorlar.

O akşam FOTEM halk oyunları gurubu Columbus'lu izleyicilere Türkiye’nin farklı yörelerinden on beş kadar değişik oyun sundular. 

Friday, July 29, 2022

 SÖZÜM SÖZ

1964-65 ders yılında Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi'nde Bitki Besleme dersimiz var. Daha FKB’deyken, Botanik, Zooloji gibi derslerin yoğunluğundan şikayet ettiğimizde bizden önceki sınıflar ‘Onlar da ders mi, siz bir de Hıfzı Hoca'nın Bitki Beslemesi’ni alın da, kazık ders nasıl olurmuş göreceksiniz’ diye gözümüzü korkutmaya başlamışlardı. Gerçekten de Hıfzı Güner Hoca'nın dersinden geçmek fakülteden yarı yarıya mezun olmak gibi bir şeydi. Bu varsayımın kanıtı olarak da ilk geçme sınavında çaktım. Yaz sonunda da bir daha çuvallamaz mıyım.. Bende şafak attı. Haziran ‘65’de üçüncü hakkıma gireceğim. O yıllarda dört kez başarısız olursan fakülteden atılıyorsun. Aldı mı beni bir korku.. Sınav tarihi yaklaştığında bir gün sınıfın önüne çıktım ve şöyle bir anonsta bulundum; ‘Bu Bitki Besleme’ye çok iyi çalışacağım ve bu kez geçeceğim. Geçersem de, o kadar mutlu olacağım ki, işte size burada ilan ediyorum: elbiselerimle Fakülte Lokali’nin önündeki havuza atlayacağım.’ Ve, Hıfzı Hoca bu kez geçer not verdi ve dersten geçtim. İyi de, verilmiş sözüm var. Bir çeşit adak yani. Yerine getirilmesi lazım. Çaresiz, sınıfta kara tahtaya bir tarih yazıp, o gün öğlen arasında sözümü yerine getireceğimi ilan ettim. Doğal olarak, kimsenin beni mecbur ettiği, zorladığı yok. Havuza atlamasam da kimsenin umurunda değil. Ancak hayli zıpırdım ve bu tür maymunluklar yapıp ilgi odağı olmaya bayılıyordum. Gün ve saat geldi. İlanımı hemen bütün arkadaşlar zaten duymuştu. Önce, havuzun yakınındaki ıhlamurun altında yere oturup bir süre arkadaşların toplanmasını bekledim. Yeteri kadar izleyici hazır olunca da gösteri başladı. Öykünün gerisini aşağıdaki görseller özetliyor.










Şimdi düşündüm de; o zaman akıl edememiştim, keşke sınavı verdikten sonra bu fotoğrafları Hıfzı Hoca’ya da verseydim.

Friday, June 24, 2022

ŞAFAK SÖKERKEN

Nisan ayında doğanın uyanıp kabuğunu çatlattığı günler. Vücut, ılık bir kaplıca havuzunda nasıl mayışır ya, işte güneş de bu dönemde gün boyu insanı öyle gevşetiyor. Ama bu, gündüz saatlerinde. Gece bastırdığında, o ayrı bir hikaye. Hele, kuzeye açık, kıyıda, denize bakan dik yarların dibinde, bir orman kenarındaysan. 24 Mayıs’ı 25’e bağlayan gece Anzak Koyu’ndayım. Nefes ağızdan veya burundan çıktığı an buhar oluyor. Üzerimde atlet fanila üzerine uzun kollu bir flanel gömlek, onun üzerine yün örgü bir kazak, sonra su geçirmez bir parka, en üstte de sağlam bir balıkçı yağmurluğu olduğu halde ayaz ısırıyor.



Gelibolu yarımadasının Saros körfezi kıyısında Kabatepe mahallinin üç kilometre kuzeyinde Arıburnu adı ile denize doğru uzanan ufak çıkıntının bitişiğindeki bu küçük koyun resmi adı, 1985’de Avustralya ile yapılan bir antlaşma ile, o ülkede bir yere ‘Atatürk’ adı verilmesine karşılık, ‘Anzak Koyu’ oldu. Bilindiği gibi, ‘ANZAC’ akronimi, Avustralya Yeni Zelanda Kolordusu anlamına geliyor.


107 yıl önce, tam da bulunduğum bu yerde ve bu saatte, ne zaman geleceği belli olmayan ama geleceği kesin olan düşmanı bekleyen gözetleme erlerinden birinin yerine koyuyorum kendimi. 25 Nisan 1915’de, Saros kıyısında Kabatepe’den başlayıp Anzak koyunun kuzey ucuna kadar olan yaklaşık dört kilometrelik bu kesimde 3üncü Osmanlı Kolordusu’nun 9uncu Tümeni’ne bağlı 27nci Alay’ın 2inci Tabur’u düşmanı gözetleme görevinde idi. Her ne kadar ‘taburdokuz yüz askere kadar çıkabilen bir birlik olsa da, o günün şartlarında büyük olasılıkla bu tabur en düşük düzeyde tutularak 400 asker civarında bir mevcuda sahipti. O hesapla, destek görevlerde olan erler de çıkarıldığında, o gece bu hat üzerinde gözetlemede olan askerler yaklaşık yirmişer metre aralıkla dizilmiş olmalıydılar. Kendimi yerine koymaya çalıştığım o asker nereli idi? Anadolu’nun uzak bir köşesinden mi, yoksa yakından, Gelibolu köylerinin birinden mi? Askere yeni mi alınmıştı, yoksa o gün o cephede görevli pek çok diğer vatan evladı gibi Balkan Savaşı’na da katılmış, altı yıldır evini, ailesini göremeden tekrar ön saflara sürülmüş Mehmetler’den biri miydi? Bu saatte karnı tok olamazdı. İhtimal, akşam yemeği olarak bir tas kırık buğday çorbası, kuru üzüm hoşafı ve bir tayın ekmek verilmişti. Genç olduğundan ayaza benden çok daha dayanıklı olmalıydı ama sırtındaki mintanı, kaba kumaştan üniforma ceketi ve en üste giydiği yün kaputu kendisini ne kadar koruyabiliyordu? O saatte uyanık mıydı, yoksa eli tetikte uyukluyor muydu? Evli miydi, bekar mıydı? Eşini, varsa çocuklarını, bekarsa sevdalısını en son ne zaman görmüştü? Ve asıl merak ettiğim, birazdan başlayıp sekiz ay boyunca burada yaşanacak cehennemi kestirebiliyor muydu?


Plastik bir koltuğun üzerinde tünemiş ve kafamda bu soruları yoğururarak Şafakta Anma Töreni’nin başlama saatini ettim. Törenin ayrıntılarına geçmeden önce, bu etkinliğin ne için yapıldığını ve katılmak için gereken ön hazırlıkları anlatayım. Birinci Dünya Savaşı’nda, 18 Mart 1915’de, ‘Müttefik (veya İtilaf) Devletleri’nden İngiltere ve Fransa’nın ortak bir donanma ile Çanakkale Boğazı’nı zorlayıp başarısız olmaları sonucu, bir kez de karadan saldırarak boğazı ele geçirip İstanbul’a ulaşma niyeti ile Gelibolu yarımadasına çıkarma yapmayı denediler. 25 Nisan’da şafak sökerken İngiliz askerleri yarımadanın burnundaki Seddülbahir köyü yakınına saldırırken, o tarihte İngiltere İmparatorluğu’na yeni katılmış iki genç ülke olan Avustralya ve Yeni Zelanda’lı piyadeler de ‘Anzak Koyu’na çıktılar. Burada yaşanan son derece kanlı boğuşmalardan sonra amaçlarını gerçekleştiremeyeceklerini anlayan işgalciler sonunda çekilmek zorunda kaldılar. Yenilgi ile sonlanmasına karşın, bütün dünyanın Gelibolu Kampanyası olarak bildiği bu harekat, Avustralya ve Yeni Zelanda halklarında derin izler bıraktı. Bunun temel nedeni, bu iki genç milletin evlatlarının kökenleri nedeniyle bağlı oldukları imparatorluğun siyasi hırsı nedeniyle başarı şansı hemen hemen sıfır olan bir boğuşmada telef edilirken gösterdikleri cesaret, dayanışma ve mücadele ruhunun bu ülkelerin kimliklerinin oluşmasına yol açtığına inanılması. Bu yüzden, Avustralya’da 1916’da, daha Birinci Dünya Savaşı bitmeden, Anzaklar’ı anma günü düzenlenmeye başladı. 1970’li yıllardan bu yana da Gelibolu’daki Anzak Koyu’nda anma törenleri yapılıyor.


Arıburnu ve Anafartalar bölgesindeki savaş alanlarını daha önce birkaç kez gezmiştim. Buralarda yaşananlarla ilgili hem Türk tarafı hem de Müttefikler’ce yazılmış pek çok yazı okudum. Bu nedenle öteden beri bu ‘Şafakta Anma Töreni’ni merak eder, katılarak etkinlik sırasında yaşanan ve hissedilenleri deneyimlemek istiyordum. Kısmet bu yıla imiş. Yakınlarım arasında, 78 yaşımda, ciddi bedensel dayanıklılık gerektiren böyle bir şeye heves etmemin akıllı işi olmadığı yönünde beni uyaranlar olduysa da, ben ‘aklına koydunsa yap, daha sonra neden yapmadım diye hayıflanırsın’ diyenlerin yüreklendirmesiyle buralara geldim. Çok da iyi etmişim.


Sivil katılımcıların kendi araçları ile tören alanına yaklaşmaları mümkün değil. En yakın otopark alandan üç kilometre uzaktaki Kabatepe’de. Güvenlik nedeni ile etkinlik bölgesine 24 Nisan gecesi 23:00’den önce girilmesine izin verilmediği gibi, ertesi sabah 03:00’den sonra da mümkün değil. Dolayısı ile özel araçla gelenlerin yukarıdaki saatler arasında araçlarını park edip gece karanlığında o üç kilometreyi yürümeleri gerekiyor. Öyle olunca, katılanların çoğu bir tura katılarak gelmeyi tercih ediyor. Benim katıldığım turun otobüsü 23:30’da Ecabat’tan yola çıktı. Tur grubu içinde iki rehber ve tur organizatörü dışında benden başka Türk yok. Yanımda oturan Yeni Zelandalı genç piyade subayı Shane Potaka ile hemen kaynaşıyoruz. Arkamdaki koltukta Yeni Zelanda’nın yerli ahalisi olan bir Maori beyefendi oturuyor. Diğer yolcuların hemen hepsi Avustralyalı. Genç bir çift 8 ve 10 yaşlarındaki çocuklarını da getirmiş.


Söz konusu tören Avustralya ve Yeni Zelanda tarafından ortaklaşa düzenleniyor. Etkinlik Türkiye’nin izni, himayesi ve güvencesi ile yapılıyor. Bölgenin ve katılanların güvenliği yanında bölgedeki trafik düzenlemesi Türk güvenlik güçlerince sağlanıyor. Pandemi nedeni ile iki yıl yapılamayan tören bu yıl tekrar gerçekleştirildi. Daha önceki yıllarda sivil katılımın 12.000’i geçmesine karşın bu yıl katılanlar, yine pandemi nedeni ile, 400 civarında idi. Katılmak isteyenler Internet üzerinden başvuruda bulunuyor ve sağlanan kişisel bilgiler kontrol edildikten sonra istekliye bir katılım belgesi gönderiliyor. Normal olarak, güvenlik açısından herhangi bir sorun arz etmeyen herkes, tören bölgesi kapasitesinin el verdiği ölçüde, kabul ediliyor. Türk vatandaşlarının katılması memnuniyetle karşılanıyor.


Bölgeye yaklaştığımız bir yerde ilk güvenlik noktasında duruyoruz. Yolcular inmeden, hassas burunlu köpekler otobüsün bagajlarındaki çantaları denetliyor. Bir kaç yıl önce, daha sonra aslı olmadığı anlaşılan, tören alanına yönelik bir terör ihbarı üzerine güvenlik önlemlerinin arttırıldığını öğreniyorum. Gece yarısından sonra tören alanına bir kilometre kala bir noktaya kadar getirilip bırakılıyoruz. Alan girişine kadar geçici olarak aydınlatılmış yoldan yürümek gerekiyor. Yaşlı veya yürüme engelli olanlar için özel bir mekik aracı tahsis edilmiş. İhtiyarlığın ender nimetlerinden birinin keyfini çıkararak ‘kabul çadırı’na zahmetsizce ulaşıyorum. Çadırda dört beş adet metal detektörlü denetim noktası oluşturulmuş. Sıraya giriyoruz. Çok sayıda, bir örnek kırmızı parkalı, iyi İngilizce konuşan Türk gencin katılımcıları karşılayarak yardımcı olmaya çalıştıkları dikkatimi çekiyor.




Alana alkollü içki ve 100 ml’den fazla herhangi bir akışkan maddenin getirilmesi yasak. Bu tür sınırlamaların olmadığı daha eski yıllarda, bazı kendini bilmez genç ziyaretçilerin ağırbaşlı ve hüzünlü olması beklenen bu etkinliği bütün gece süren bir çeşit eğlenceye dönüştürmeye çalıştığı hatırlanıyor.


Tören alanı hemen deniz kenarında, denize doğru hafif eğimli bir çayırlık. Ortalık portatif tesisat ile aydınlatılmış. Sol yanda büyük bir ekranda gece boyunca konuyla ilgili belgeseller gösteriliyor. En önde resmi davetliler için iki adet tribün kurulmuş. Onların arkasındaki alan sivil katılımcılara ayrılmış. Çoğunluğu 25 – 40 yaş aralığında olan katılımcıların çoğu yanlarında getirdikleri uyku tulumları veya battaniyelere sarınarak bu alanda yerde oturarak veya yatarak geceyi geçiriyorlar. O alanın bir köşesine de, yine yaşlılar ve fiziki engelliler için, yirmi yirmi beş kişilik daha küçük bir tribün daha yerleştirilmiş. Beni oraya buyur ediyorlar. Benden önce gelip en köşedeki sandalyeyi kapmış uyanık bir ‘ihtiyar’ın yanındaki sandalyeyi boş bırakıp ben de oturuyorum. Az sonra tanışıyoruz. Avustralyalı emekli petrol mühendisi Wayne, uzun yıllar Libya ve Cezayir’de çalışmış ve benden en az on yaş daha genç. Sanırım alandaki en yaşlı kişi benim.














Sabahın 03:30’unda hava iyice soğumuş bulunuyor. Etrafımdaki yabancı katılımcıların ve yine yabancı görevlilerin bazılarının yakalarında veya şapkalarında yapma gelincik çiçekleri var. Gelincik, savaşlarda yitirilmiş şehitlerin anılmasında dünyanın değişik ülkelerinde kullanılan bir sembol. En çok da Avustralyalılar tarafından Gelibolu’da bıraktıkları şehitleri anmak için kullanılıyor. Bizde pek uygulanan bir adet değil ama, o sabah, 107 yıl önce bulunduğum yerde vatanı için canını vermiş şehitlerimizin anısına, önceden hazırladığım yapma bir gelinciği şapkama iliştiriyorum.



















Saat 04:30 civarında bir grup görevli, davetli tribünlerindeki plastik sandalyelerin üzerinde soğuktan yoğunlaşan ıslaklığı kurulamaya geliyor.






Ben, yanımda getirdiğim uyku tulumumu, içine girmek yerine, ıslak sandalyeme sererek üzerine oturmayı tercih ediyorum. Bir ara, bacaklarımdaki dolaşımı arttırmak için yerimden kalkıp yine yaşlıların zaman zaman girip ısınmaları için tahsis edilmiş çadıra yöneliyorum. İçeride orta yaşlı bir Türk çift ve birkaç Avustralyalı genç var. Her ne kadar onlar için ayrılmamış olsa da, görevliler bu üşümüş gençlerin bir süre o çadırda kalıp ısınmalarına ve birer bardak ikram çay içmelerine ses çıkarmıyor.










Biraz ısındıktan sonra dışarı çıkıp tören bölgesinin uzak bir köşesine kurulmuş yiyecek içecek çadırlarına yöneliyorum. Türklerin işlettiği iki büfede soğuk ve sıcak içecekler, döner ve şiş kebap gibi yiyecekler satılıyor. Yol arkadaşım Shane ile karşılaşıyorum. Ayakta yaptığımız beş on dakikalık sohbette kola eşliğinde iki adet yarım ekmek arası döner sandviç götürüyor. 190 cm üzerindeki atletik yapısından ötürü hiç de yadırgamıyorum. Daha sonra yerime dönüyorum. Tören alanı yeterince aydınlatılmış. Hemen önümüz deniz olmasına karşın, ışıkların da göz alması nedeni ile Saros görünmüyor. Ancak çok hafif dalgaların çakıllı sahilde çıkardığı hışırtı bana kadar ulaşıyor. Gündüz olduğunda arkamızdaki ağaçlıkları dolduracak kuş cıvıltısı henüz başlamamış olmakla beraber, bülbül olduğunu tahmin ettiğim yalnız bir kuş şafağın yaklaştığını hatırlatıyor.


05:00’de Avustralya ve Yeni Zelanda Askeri Karma Bandosu, biraz da uyuyanları uyandırmak için, hafiften yumuşak ezgiler çalmaya başlarken resmi davetliler de gelmeye başlıyor. Gelibolu Kampanyası’na katılmış bütün milletleri temsilen üst düzey bürokratlar, subaylar, askeri ateşeler, sefaret ve konsolosluk mensupları. İngiliz, Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Hintli, Pakistanlı, Fransız ve başkaları. En ön safta yer verilmiş olan Yeni Zelanda Gaziler Bakanı Melissa Heni Mekameka Whaitiri’nin geleneksel Maori kıyafeti dikkat çekiyor.















Davetliler arasında Bakan Whaitiri’den başka, Avustralya’nın Türkiye Büyükelçisi, Çanakkale Valimiz, bir generalimiz, birkaç yabancı general ve bizimkilerle beraber yabancı on beş yirmi yüksek rütbeli subay var. Tören tam 05:30’da, daha önce görmediğim, Avustralya ve Yeni Zelanda yerli halklarının kullandığı ilginç müzik aletleri eşliğinde Maori dilinde icra edilen hüzünlü bir ilahi ile başlıyor. Arkadan, Avustralya’nın yerli halkı Aborjinleri temsil eden bir deniz kuvvetleri mensubu, uzun, ağır ve içi boş ahşap bir borudan oluşan çok ilginç başka bir müzik aleti ‘didjeridu’yu çalarak törenin başladığını ilan ediyor.














Töreni yöneten Yeni Zelanda Kraliyet Ordusu’ndan Yarbay Sheree Alexander’in önerisi ile ayağa kalkıyor















ve etkinliği düzenleyen iki ülkenin farklı silahlı kuvvetlerini temsil eden, ikisi kadın, dört asker alçak seste tırrım tırrım tempo veren bir trampet eşliğinde gelerek tören alanın önünde kurulduğu varsayılan bir katafalkın dört köşesinde yerlerini alıyor. Arkaları katafalka dönük, tüfeklerini ters çeviriyor, namlularını yere koyup üzerine baston gibi dayanıyor, yine trampetin tırrım tırrımı ile başlarını öne indiriyorlar. Bu dört asker yaklaşık bir saat süren tören boyunca kımıldamadan öylece kaldılar.



Bu katafalk nöbet ritüeli ile ilgili şöyle de bir bilgi edindim; bu nöbeti tutan askerlerden hiçbirinin rütbesi anılmakta olan şehitlerin hiçbirinin rütbesinden daha yüksek olamazmış. O nedenle nöbeti tutan dört asker de er rütbesinde.


Daha sonra, davetlilerden birkaçı çok kısa konuşmalar yapmak üzere podyuma geliyor. ‘Şehitleri anmaya davet’ konuşmasını yapan Yeni Zelandalı tümgeneralin de, Yarbay Alexander gibi, üniforması üzerine ülkesinin yerli halkının kullandığı, renkli kuş tüyleri ile bezenmiş, ilginç pelerinden giydiği dikkatlerden kaçmıyor. Benim aklımda ise, generalin sözlerinden biri kalıyor; ‘Yüz yedi yıl önce burada karaya çıkanların beklentisi, bugünün yaşamları boyunca en unutamayacakları gün olacağı idi. Oysa, o gün, pek çoğunun yaşamındaki son gün oldu’.






Yapılan konuşmalarda burada şehit düşen Anzak askerlerinin daha önce herhangi bir savaş deneyimi olmamasına karşın gösterdikleri cesaret ve dayanışma vurgulanırken vatanlarını her ne bedelle olursa olsun savunmaya kararlı Türk askerinin kahramanlığı da birkaç kez dile getiriliyor. Konuşmaların ardından saygı duruşu için tekrar ayağa kalkıyoruz. Daha sonra Yarbay Anıl Aksoy, Mustafa Kemal’in 1934’de şehit Anzaklar’ın annelerine hitaben hazırlattığı metni önce Türkçe sonra İngilizce olarak okuyor.






Artık şafak iyice söktü. Bugün Saros son derece sakin. Yaşar Kemal ustanın ‘karıncanın su içtiği’ diye tanımladığı kıvamda. Sırada Türk, Avustralya ve Yeni Zelanda milli marşları eşliğinde ülke bayraklarının göndere çekilmesi var. İstiklal Marşı’mızı olağanüstü coşku ile okuyan tenor, Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuarı öğretim üyelerinden Şenol Talınlı.






Duygulanmamak elde değil. Savaşa katılan ülkelerin değişik kurumlarını temsilen hazırlanmış çelenklerin yerleştirilmesi ve son bir saygı duruşu ile tören sona eriyor.


Düşman olmaları için hiçbir nedenleri olmayan üç milletin gencecik fidanlarının siyasi emellerle birbirlerine kırdırılmalarının hüznünü yaşayarak ve anlamsızlığını düşünerek, etrafta ve çok yakınımızda bazıları kefensiz yatan kahramanları daha fazla rahatsız etmemeye gayretle tören alanını terk ediyoruz.

Tuesday, August 10, 2021











UNUTMAM SENİ UNUTULSAM DA BEN...😉

Geçtiğimiz hafta sonunda aniden oluşan bir gerekçe ile Alaçatı’ya gitmem farz oldu. Bir gece kaldıktan sonra Çanakkale – Gelibolu üzerinden İstanbul’a döndüm. Biraz yorucu bir tur oldu. Artık eskisi gibi bir oturuşta altı yedi saat direksiyon sallayamıyorum. Giderken altı saat kadar araç kullandım. İnip yatağa yattığımda bulunduğum bina çalışmakta olan bir jeneratörün etkisi ile titriyormuş gibi hissettim. Sonra fark ettim ki bu algı beynimin yarattığı bir durummuş.

Her ne ise, dönüş yolculuğunu iki güne yaydım ve o vesile ile çok uzun süredir (birini elli senedir) görmediğim üç arkadaşımı görme olanağını yakaladım. Aslında çok görmek istediğim veya en azından tekrar iletişim kurmak istediğim başkaları da var. Hele biri var ki, 1973’de ben Manisa’dan ayrıldıktan sonra irtibatımız koptu ve ancak bundan bir kaç ay önce İzmir’de yaşadığını öğrendim. Şu anda bilmiyor ki kendisine anlatmak ve bilmesini istediğim çok şaşıracağı şeyler var. Romana konu olabilecek ilginç konular yani. Ancak bunları anlatma imkanım olur mu, olursa nasıl olur, işte orasını kestiremiyorum.

Wednesday, July 14, 2021

DEMİR PERDE


Doğu Ekspresi, ‘Demir Perde’ olarak tanınan, Batı dünyası ile Sovyetler Birliği olarak bilinen iki siyasi bloğu ayıran sınıra doğru hızla ilerliyor. Kısa bir süre sonra Yugoslavya’dan çıkıp Avusturya’ya girecek. Saat sabahın yedisi gibi. Gözlerimi açıyorum. Geceyi beraber geçirdiğim diğer beş arkadaşım henüz uyanmamışlar. Kompartımanımız kuşetli değil, herkes oturduğu yerde uyumak zorunda. Susamışım. Karşımda oturan arkadaşın başının hizasındaki valiz rafının altına asılı filedeki plastik su kabına bakıyorum. Opak olmakla beraber içinde kalan suyun seviyesi belli belirsiz seçilebiliyor. Hemen hemen boşalmış. İstanbul’dan kalkıp Edirne’den Bulgaristan’a girmemizden bu yana yirmi saatten fazla olmuş olmalı ve Bulgaristan’dan geçerken olduğu gibi Yugoslavya içindeki yolculuk boyunca da trende su veya yiyecek temin edilebilecek bir restoran veya büfe yoktu. Görünen o ki, kompartımandaki altı kişi şişedeki suyu gece boyu içip nerede ise tüketmişiz. Su kabını asıldığı yerden indirmek için ayağa kalkıyorum. Kapağını açıp içinde son kalan suyu tam başıma dikiyorum ki, tren yavaşlıyor. Konpartımanın içinden pencerenin dışını görebildiğim kadarı ile büyükçe bir istasyona gelmişiz. Arkadaşlarımı uyandırmamaya dikkat ederek pencereyi indiriyorum, başımı da hafif dışarı çıkararak etrafı seyretmeye başlıyorum. İstasyonun pencereden gördüğüm tarafında bir ray hattı daha görünüyor. Ama peronda o hatta başka bir tren yok. Ortalıkta da pek kimse görünmüyor.

Trenin gerisindeki vagonlara doğru bakarken bizimkinden üç geride olan vagondan orta yaşlı bir kadının indiğini ve indiği noktanın yakınındaki su çeşmesine benzer yapıya doğru ilerlediğini görüyorum. Elinde, bizim kullandığımıza benzer plastik bir su kabı var. Çeşmeye ulaşıyor ve musluğu açıp su kabının ağzını akan suyun altına tutuyor. Hey, ne bakıp duruyorum? Ben de bizim su kabını doldurmalıyım. Kabı kapıyorum, kompartımandan fırlayıp vagonun gerisine doğru hızla ilerliyor ve arka kapıya geldiğimde kapıyı açıp perona atlıyorum. Pencereden gördüğüm kadının kabını doldurmuş, tekrar trene dönmekte olduğunu görüyorum. Koşarak ben de çeşmeye ulaşıyor ve su kabımı doldurmaya başlıyorum. Fakat o da ne? Kap daha yarıya kadar dolmadan trenin yavaşça hareket ettiğini fark ediyorum. Ne bir hareket düdüğü ne bir görevlinin sesi. Öylece, hafifçe, harekete geçiyor. Bir an kap tamamen dolana kadar beklemeyi düşünüyorsam da kendiminkinden üç vagon gerideyim. Başımı belaya sokmamak için dolduğu kadarı ile kabın kapağını kapatıp vagonuma doğru önce hızla yürümeye sonra koşmaya başlıyorum. Ancak, önce yavaş hareket eden trenin de gittikçe hızlandığını fark ediyorum. Koşmaya başladığımda trenden hızlı gittiğim halde giderek tren bana yetişiyor ve yavaş yavaş geçmeye başlıyor. İndiğim kapı daha iki vagon ileride ve bu hızla oraya yetişemeyeceğimi anlıyorum ve kendimi emniyete almak için yanında koşmakta olduğum diğer bir kapının sahanlığının kenarındaki tutunma çubuğunu yakalayıp sahanlığa atlıyorum. Şükür, treni kaçıracağım için çok korkmuştum. Ama, ne oluyor? Sahanlığına çıkmış olduğum kapı açılmıyor. Bir iki zorluyorum. Nafile, açılmıyor. Bakıyorum tren oldukça hızlanmış durumda. Tekrar perona atlayıp başka bir kapıya koşmak başarısız kalmaya mahkum. Çaresiz basamağın yanındaki metal çubuğa iyice sarılıp vagon kapısının dışındaki sahanlık girintisinde büzülüp kalıyorum.

Tren iyice hızlanıyor. İstasyondan ayrılıyoruz ve çok geçmeden yakınından geçmekte olduğumuz evler gittikçe seyrelmeye, giderek bahçe ve geniş otlakların arasından ilerlemeye başlıyoruz. Kendiminkinden iki gerideki vagonun kilitli kapısının dışında, omzumda yarıdan fazla doldurabildiğim su kabı asılı, kapı önündeki sahanlık girintisinde yandaki tutunma çubuğuna sıkı sıkı sarılmış, neler olduğunu ve neler olabileceğini düşünmeye dalıyorum.

O yıl şubat ayında ziraat fakültesinin dördüncü yılının ikinci sömestresinin başında beş yıllık yüksek mühendislik öğrenimimizin sekiz aylık staj sürecine girmiştik. Doksan küsur devre arkadaşımla sürecin ilk dört ayını Menemen’deki araştırma ve uygulama çiftliğinde geçirdik. Haziran ayında arkadaşlardan bir bölümü stajı orada tamamlamak üzere çiftlikte kalırken, bir bölümümüz ülke içindeki değişik tarım işletmelerine dağılmıştı. Benim gibi on on beş arkadaş da stajın kalan aylarını yurt dışındaki kurumlarda tamamlamak üzere Avrupa’ya gidiyoruz. Ben ve Gaziantepli sınıf arkadaşım Mehmet, İngiltere Cambridge’de bir zirai araştırma enstitüsünde çalışacağız. Yaklaşık yirmi dört saat önce Sirkeci’den kalkan trenimiz Almanya Münih’te sonlanacak seyahatin birinci aşamasında menzile doğru yol alırken ‘kısmetimde bu da varmış’ diyerek sabah serinliğinde oldukça ısıran trenin rüzgarından korunabilmek için sahanlık girintisine iyice büzülüyorum.

On dakikadan fazla oldu bu sahanlıkta mahsur kalalı. Saat yedi buçuğa yaklaşmış olmalı. Trendekilerin hemen hepsi her halde hala uyuyor. Su kabını doldurmak için acele ile kompartmandan çıktığımdan sırtımda kısa kollu bir gömlekten başka bir şey yok. Her ne kadar haziran ayındaysak da sabah serinliği ve trenin yarattığı kendi rüzgarıyla yavaş yavaş üşümeye başladığımı hissediyorum. Tekrar, tutunma çubuğuna sarılmış olarak düşüncelere dalıyorum. Dün akşam hava kararırken Yugoslavya’nın bir ucundan girmiştik. Bütün gece ülkeyi bir baştan diğerine kat ettik. Şimdi Avusturya sınırına yaklaşıyoruz. Yani, bir Demir Perde ülkesinden çıkıp bir Batı ülkesine geçmek üzereyiz. O güne kadar gazetelerde okuduğum, hatta bazı filmlere konu olmuş Demir Perde’den kaçış hikayelerini anımsıyorum. Sovyet asker ve polislerinin bu ülkelerden Batı’ya kaçmaya çalışanlara karşı ne kadar acımasız olduklarını hatırlıyorum. Birazdan tren huduta gelecek ve hudut görevlileri beni burada asılı olarak görecekler. Acaba, treni durdurup hemen sorguya çekmek üzere beni aşağı mı indirirler? Daha da vahimi, acaba tren hudutta durmadan devam ederse ve tam sınır hattından geçerken silahlı görevliler beni fark edip makinalı tüfeklerle beni tarama ateşine mi tutarlar? Daha yirmi iki yaşımdayım abi yaa, şimdiden yolun sonuna gelmiş olmam için biraz erken değil mi? Ya sınıra bile varmadan tren uzun bir tünele dalarsa? Her ne kadar vagon kapısının dışındaki sahanlığın oluşturduğu girintideyim ama, maazallah, tüneldeyken sanki bir yanı hızla akan dikine bir tabutun içinde kaldığımı düşünerek kafayı sıyırabilirim.

Ben bu karabasanlarla boğuşurken dışında tutunduğum kapının iç tarafında, kapı penceresinin arkasında, iki genç beliriyor. Giyimlerinden, tiplerinden ve vücut dillerinden Türk olduklarını anlıyorum. Kapıyı içten açmaya çalışıyorlar, ı ıh! Mümkün değil. Heyecanla ve el kol hareketleri ile bağırarak bana bir şeyler söylüyorlar ama kalın cam duymamı engelliyor. Kapının iç tarafında ve hemen yanında vagonun tuvaleti var. Pencerenin arkasındaki gençlerden biri tuvaletin kapısını açıyor ve içeri giriyor. Diğer delikanlı da tuvaletin kapısından başını içeri uzatıyorlar ve hararetle içeridekine elleri ile işaretler yaparak bir şeyler anlatıyor. Ne olup bittiğini anlamam uzun sürmüyor. Dışında asılı kaldığım kapı sahanlığının oluşturduğu girintinin yukarısına doğru, dar ve yatay bir pencere var. Bu, kapının içindeki tuvaletin havalandırma penceresi. Pencere içe doğru ve kısıtlı bir açı ile açılıyor. O pencereden biri bana seslenmeye başlıyor. Anlaşılan, tuvalete giren genç, bir şekilde içeriden o pencereye doğru tırmanıp ağzını azıcık açık olan pencereye yaklaştırmış ve bana sesleniyor.

Birader, imdat kolunu çekmemizi ister misin?”

Birden panikliyorum. İmdat kolunun filan çekilmesini istemem. Ne olur çekerlerse? Tren durur, görevliler gelir, büyük ihtimal sorgulamak için beni trenden indirirler, tren beni beklemez çeker gider. Ben kalırım Yugoslavyalarda. Neme lazım. Sesimi duyurabileceğimi sanmıyorum ama yine de bağırıyorum.

Yok, yok, ben iyiyim. Bir sonraki istasyona kadar buraya tutunup bekleyeceğim.”

Bir taraftan da pencerenin arkasından bana bakan üç dört gence el hareketleri ile ‘sakın, yapmayın’ anlamına geleceğini ümit ettiğim işaretler yapıyorum. Neyse ki, yardımcı olmaya çalışan çocuklar ısrar etmiyorlar ve pencerenin arkasından biraz merak, sanırım, biraz da acıyarak beni izlemeye koyuluyorlar. O minvalde bir kaç dakika daha geçiyor veya geçmiyor, demiryolu hattı bulunduğum tarafa, yani sağa, doğru genişçe bir yay çizmeye başlıyor. Şimdi, en öndeki dizel lokomotifi ve onun arkasından benimkine kadar dizilmiş vagonları rahatça görebiliyorum. Pencerelerin hepsi kapalı. Yalnız dört vagon ilerimdeki pencerelerden biri açık ve yine gençten birinin pencere pervazına dayanmış dışarıyı seyrettiğini fark ediyorum. Beni henüz görmediği belli. Tek kolumla metal çubuğa sıkı sıkı tutunup, diğer kolumla hala elimde tuttuğum su kabını sallayarak oğlanın dikkatini çekmeye çalışıyorum. Çok uğraşmama gerek kalmadan beni fark ediyor. Aramızda hayli mesafe olmasına rağmen şaşkınlığını izleyebiliyorum. Çok kısa bir süre pencerede ağzı açık beni seyrediyor ve aniden içeri çekiliyor. Bir kaç saniye sonra aynı pencereden, biraz önceki ile beraber, dört kafa daha dışarı uzanıyor. Birisinin bir takım el kol hareketleri yaparak bağırdığını görüyorum ama trenin gürültüsü ve mesafeden dolayı bir şey duymuyorum. Bu arada o ilk pencereye yakın diğer birkaç pencere daha açılıyor ve her birinden ikişer üçer kafa uzanıp bana doğru bakmaya başlıyorlar. Bu arada demiryolu güzergahındaki yayın sonuna geliyoruz ve tren tekrar düz bir hat üzerinde yol almaya başlıyor. Dolayısı ile ben de lokomotifi ve öndeki vagonları artık göremiyorum. Yine metal çubuğa sarılarak beklemeye devam ediyorum. Kapı camının arkasındaki oğlanlar da artık o kadar fazla heyecanlı değiller. Fakat oradan ayrılmadan camdan beni izlemeye devam ediyorlar.

Trenin su doldurduğum son perondan ayrılmasından bu yana yarım saatten fazla geçmiş olmalı. Sınıra iyice yaklaştığımızı düşünerek tekrar paniklemeye başlıyorum. Sanırım daha fazla direnmeyeceğim ve kapı penceresinin ardından beni izlemeye devam eden çocuklara dönüp treni durdurmak için acil durum kolunu çekmelerini isteyeceğim. Evet, burada asılı olarak sınırı geçebileceğimi hiç sanmıyorum. Çaresiz sonucu ne olursa katlanacağım. Yüzümü kapının arkasından bakan oğlanlara dönüyorum ve elimle acil durum kolunu çekmeleri anlamına gelecek bir hareket yapıyorum. Ama dur bakayım, tren yavaşlamaya başlıyor. Ne olduğunu anlamak için metal çubuğa sıkı sıkı tutunarak başımı trenin ön tarafını görmek için dışarı doğru uzatıyorum. Görünürde her hangi bir istasyon falan yok. Öyle kırlık bir arazide ilerliyoruz. Ama tren iyice yavaşlıyor ve duruyor. Bulunduğum yerden iki vagon öteden bir kapı açılıyor ve iki gencin açılan kapının sahanlığından sarkarak bana doğru bağırdıklarını ve el kol hareketleri ile benim de oraya çağırdıklarını görüyorum. Nazlanmaya hiç niyetim yok. Yere atlıyorum ve var gücümle açılmış kapıya doğru koşuyorum. Yanlarından geçtiğim pencerelerden sarkan bir sürü insan çoğu Türkçe olarak çığırıyor ve alkışlıyorlar. Kapıya varıyorum ve kendimi trenin içine atıyorum. Bana işaret eden iki genç en önde bekliyor. Arkalarındaki dar koridorun aldığı kadar, beş on kişi daha, sanki önemli bir yarış kazanmışım gibi tezahürat yapıyorlar. Su kabı hala elimde. Bana kapı açan ve kutlama gösterileri yapan gençlerle sanki eskiden beri tanışıyormuşuz gibi sarılıyoruz. Biraz soluklanıyorum. Olan biteni kısaca anlattıktan sonra kendi vagonuma ve kompartımanıma yöneliyorum.

Konpartımana ulaştığımda diğer beş arkadaştan ikisinin hala uyuduğunu fark ediyorum. Diğer üçü ise belli ki daha yeni uyanmışlar ve henüz afyonları patlamamış. İfadesiz bakışlarla oturdukları yerden karşılarına bakıyorlar. Kompartımana girince biri silkinerek biraz canlanıyor. Elimde tuttuğum su kabına bakıyor ve bana dönüyor.

Nereye kayboldun birader? Suyu da yanında götürmüşsün. Dilimiz damağımıza yapıştı”.

Olanları anlatmak için ağzımı açıyorum. Sonra ağzım açık, duruyorum. Vaz geçiyorum. Sanırım o sabah yaşadıklarımı anlatmaya kalkarsam, olanları kafamda bir kez daha yaşamaya dayanacak gücüm kalmadı.

Wednesday, September 18, 2019

İLK ÖYKÜ KİTABIM YAYINLANDI

'İki Deniz Bir Boğaz' adını verdiğim ilk öykü kitabım e-kitap formatında yayınlandı. Kitaptaki 10 öykü daha önce Gelibolu Derneği'nin üç ayda bir çıkardığı Gelibolu Rüzgarı adlı dergide yayınlanmış hikayelerden oluşuyor. Bunların her biri şu veya bu şekilde Gelibolu ile ilgili, Marmara ve Ege Denizleri'ni birleştiren Çanakkale Boğazı ve civarında yaşanmış gerçek olayların veya bu yörenin mitolojisine konu olmuş hadiselerin üzerine bina edilmiş kurmaca bir çalışma. Aslında, kitaptaki öyküleri daha önce bu blogda da paylaştım. Şimdi hikayelerin tamamı tek bir kapak altında toplanmış oldu. Kitabın satıldığı platformlara şu bağlantıdan ulaşılabilir: https://books2read.com/u/mdG6VRç.