DEMİR PERDE
Trenin gerisindeki vagonlara doğru bakarken bizimkinden üç geride olan vagondan orta yaşlı bir kadının indiğini ve indiği noktanın yakınındaki su çeşmesine benzer yapıya doğru ilerlediğini görüyorum. Elinde, bizim kullandığımıza benzer plastik bir su kabı var. Çeşmeye ulaşıyor ve musluğu açıp su kabının ağzını akan suyun altına tutuyor. Hey, ne bakıp duruyorum? Ben de bizim su kabını doldurmalıyım. Kabı kapıyorum, kompartımandan fırlayıp vagonun gerisine doğru hızla ilerliyor ve arka kapıya geldiğimde kapıyı açıp perona atlıyorum. Pencereden gördüğüm kadının kabını doldurmuş, tekrar trene dönmekte olduğunu görüyorum. Koşarak ben de çeşmeye ulaşıyor ve su kabımı doldurmaya başlıyorum. Fakat o da ne? Kap daha yarıya kadar dolmadan trenin yavaşça hareket ettiğini fark ediyorum. Ne bir hareket düdüğü ne bir görevlinin sesi. Öylece, hafifçe, harekete geçiyor. Bir an kap tamamen dolana kadar beklemeyi düşünüyorsam da kendiminkinden üç vagon gerideyim. Başımı belaya sokmamak için dolduğu kadarı ile kabın kapağını kapatıp vagonuma doğru önce hızla yürümeye sonra koşmaya başlıyorum. Ancak, önce yavaş hareket eden trenin de gittikçe hızlandığını fark ediyorum. Koşmaya başladığımda trenden hızlı gittiğim halde giderek tren bana yetişiyor ve yavaş yavaş geçmeye başlıyor. İndiğim kapı daha iki vagon ileride ve bu hızla oraya yetişemeyeceğimi anlıyorum ve kendimi emniyete almak için yanında koşmakta olduğum diğer bir kapının sahanlığının kenarındaki tutunma çubuğunu yakalayıp sahanlığa atlıyorum. Şükür, treni kaçıracağım için çok korkmuştum. Ama, ne oluyor? Sahanlığına çıkmış olduğum kapı açılmıyor. Bir iki zorluyorum. Nafile, açılmıyor. Bakıyorum tren oldukça hızlanmış durumda. Tekrar perona atlayıp başka bir kapıya koşmak başarısız kalmaya mahkum. Çaresiz basamağın yanındaki metal çubuğa iyice sarılıp vagon kapısının dışındaki sahanlık girintisinde büzülüp kalıyorum.
Tren iyice hızlanıyor. İstasyondan ayrılıyoruz ve çok geçmeden yakınından geçmekte olduğumuz evler gittikçe seyrelmeye, giderek bahçe ve geniş otlakların arasından ilerlemeye başlıyoruz. Kendiminkinden iki gerideki vagonun kilitli kapısının dışında, omzumda yarıdan fazla doldurabildiğim su kabı asılı, kapı önündeki sahanlık girintisinde yandaki tutunma çubuğuna sıkı sıkı sarılmış, neler olduğunu ve neler olabileceğini düşünmeye dalıyorum.
O yıl şubat ayında ziraat fakültesinin dördüncü yılının ikinci sömestresinin başında beş yıllık yüksek mühendislik öğrenimimizin sekiz aylık staj sürecine girmiştik. Doksan küsur devre arkadaşımla sürecin ilk dört ayını Menemen’deki araştırma ve uygulama çiftliğinde geçirdik. Haziran ayında arkadaşlardan bir bölümü stajı orada tamamlamak üzere çiftlikte kalırken, bir bölümümüz ülke içindeki değişik tarım işletmelerine dağılmıştı. Benim gibi on on beş arkadaş da stajın kalan aylarını yurt dışındaki kurumlarda tamamlamak üzere Avrupa’ya gidiyoruz. Ben ve Gaziantepli sınıf arkadaşım Mehmet, İngiltere Cambridge’de bir zirai araştırma enstitüsünde çalışacağız. Yaklaşık yirmi dört saat önce Sirkeci’den kalkan trenimiz Almanya Münih’te sonlanacak seyahatin birinci aşamasında menzile doğru yol alırken ‘kısmetimde bu da varmış’ diyerek sabah serinliğinde oldukça ısıran trenin rüzgarından korunabilmek için sahanlık girintisine iyice büzülüyorum.
On dakikadan fazla oldu bu sahanlıkta mahsur kalalı. Saat yedi buçuğa yaklaşmış olmalı. Trendekilerin hemen hepsi her halde hala uyuyor. Su kabını doldurmak için acele ile kompartmandan çıktığımdan sırtımda kısa kollu bir gömlekten başka bir şey yok. Her ne kadar haziran ayındaysak da sabah serinliği ve trenin yarattığı kendi rüzgarıyla yavaş yavaş üşümeye başladığımı hissediyorum. Tekrar, tutunma çubuğuna sarılmış olarak düşüncelere dalıyorum. Dün akşam hava kararırken Yugoslavya’nın bir ucundan girmiştik. Bütün gece ülkeyi bir baştan diğerine kat ettik. Şimdi Avusturya sınırına yaklaşıyoruz. Yani, bir Demir Perde ülkesinden çıkıp bir Batı ülkesine geçmek üzereyiz. O güne kadar gazetelerde okuduğum, hatta bazı filmlere konu olmuş Demir Perde’den kaçış hikayelerini anımsıyorum. Sovyet asker ve polislerinin bu ülkelerden Batı’ya kaçmaya çalışanlara karşı ne kadar acımasız olduklarını hatırlıyorum. Birazdan tren huduta gelecek ve hudut görevlileri beni burada asılı olarak görecekler. Acaba, treni durdurup hemen sorguya çekmek üzere beni aşağı mı indirirler? Daha da vahimi, acaba tren hudutta durmadan devam ederse ve tam sınır hattından geçerken silahlı görevliler beni fark edip makinalı tüfeklerle beni tarama ateşine mi tutarlar? Daha yirmi iki yaşımdayım abi yaa, şimdiden yolun sonuna gelmiş olmam için biraz erken değil mi? Ya sınıra bile varmadan tren uzun bir tünele dalarsa? Her ne kadar vagon kapısının dışındaki sahanlığın oluşturduğu girintideyim ama, maazallah, tüneldeyken sanki bir yanı hızla akan dikine bir tabutun içinde kaldığımı düşünerek kafayı sıyırabilirim.
Ben bu karabasanlarla boğuşurken dışında tutunduğum kapının iç tarafında, kapı penceresinin arkasında, iki genç beliriyor. Giyimlerinden, tiplerinden ve vücut dillerinden Türk olduklarını anlıyorum. Kapıyı içten açmaya çalışıyorlar, ı ıh! Mümkün değil. Heyecanla ve el kol hareketleri ile bağırarak bana bir şeyler söylüyorlar ama kalın cam duymamı engelliyor. Kapının iç tarafında ve hemen yanında vagonun tuvaleti var. Pencerenin arkasındaki gençlerden biri tuvaletin kapısını açıyor ve içeri giriyor. Diğer delikanlı da tuvaletin kapısından başını içeri uzatıyorlar ve hararetle içeridekine elleri ile işaretler yaparak bir şeyler anlatıyor. Ne olup bittiğini anlamam uzun sürmüyor. Dışında asılı kaldığım kapı sahanlığının oluşturduğu girintinin yukarısına doğru, dar ve yatay bir pencere var. Bu, kapının içindeki tuvaletin havalandırma penceresi. Pencere içe doğru ve kısıtlı bir açı ile açılıyor. O pencereden biri bana seslenmeye başlıyor. Anlaşılan, tuvalete giren genç, bir şekilde içeriden o pencereye doğru tırmanıp ağzını azıcık açık olan pencereye yaklaştırmış ve bana sesleniyor.
“Birader, imdat kolunu çekmemizi ister misin?”
Birden panikliyorum. İmdat kolunun filan çekilmesini istemem. Ne olur çekerlerse? Tren durur, görevliler gelir, büyük ihtimal sorgulamak için beni trenden indirirler, tren beni beklemez çeker gider. Ben kalırım Yugoslavyalarda. Neme lazım. Sesimi duyurabileceğimi sanmıyorum ama yine de bağırıyorum.
“Yok, yok, ben iyiyim. Bir sonraki istasyona kadar buraya tutunup bekleyeceğim.”
Bir taraftan da pencerenin arkasından bana bakan üç dört gence el hareketleri ile ‘sakın, yapmayın’ anlamına geleceğini ümit ettiğim işaretler yapıyorum. Neyse ki, yardımcı olmaya çalışan çocuklar ısrar etmiyorlar ve pencerenin arkasından biraz merak, sanırım, biraz da acıyarak beni izlemeye koyuluyorlar. O minvalde bir kaç dakika daha geçiyor veya geçmiyor, demiryolu hattı bulunduğum tarafa, yani sağa, doğru genişçe bir yay çizmeye başlıyor. Şimdi, en öndeki dizel lokomotifi ve onun arkasından benimkine kadar dizilmiş vagonları rahatça görebiliyorum. Pencerelerin hepsi kapalı. Yalnız dört vagon ilerimdeki pencerelerden biri açık ve yine gençten birinin pencere pervazına dayanmış dışarıyı seyrettiğini fark ediyorum. Beni henüz görmediği belli. Tek kolumla metal çubuğa sıkı sıkı tutunup, diğer kolumla hala elimde tuttuğum su kabını sallayarak oğlanın dikkatini çekmeye çalışıyorum. Çok uğraşmama gerek kalmadan beni fark ediyor. Aramızda hayli mesafe olmasına rağmen şaşkınlığını izleyebiliyorum. Çok kısa bir süre pencerede ağzı açık beni seyrediyor ve aniden içeri çekiliyor. Bir kaç saniye sonra aynı pencereden, biraz önceki ile beraber, dört kafa daha dışarı uzanıyor. Birisinin bir takım el kol hareketleri yaparak bağırdığını görüyorum ama trenin gürültüsü ve mesafeden dolayı bir şey duymuyorum. Bu arada o ilk pencereye yakın diğer birkaç pencere daha açılıyor ve her birinden ikişer üçer kafa uzanıp bana doğru bakmaya başlıyorlar. Bu arada demiryolu güzergahındaki yayın sonuna geliyoruz ve tren tekrar düz bir hat üzerinde yol almaya başlıyor. Dolayısı ile ben de lokomotifi ve öndeki vagonları artık göremiyorum. Yine metal çubuğa sarılarak beklemeye devam ediyorum. Kapı camının arkasındaki oğlanlar da artık o kadar fazla heyecanlı değiller. Fakat oradan ayrılmadan camdan beni izlemeye devam ediyorlar.
Trenin su doldurduğum son perondan ayrılmasından bu yana yarım saatten fazla geçmiş olmalı. Sınıra iyice yaklaştığımızı düşünerek tekrar paniklemeye başlıyorum. Sanırım daha fazla direnmeyeceğim ve kapı penceresinin ardından beni izlemeye devam eden çocuklara dönüp treni durdurmak için acil durum kolunu çekmelerini isteyeceğim. Evet, burada asılı olarak sınırı geçebileceğimi hiç sanmıyorum. Çaresiz sonucu ne olursa katlanacağım. Yüzümü kapının arkasından bakan oğlanlara dönüyorum ve elimle acil durum kolunu çekmeleri anlamına gelecek bir hareket yapıyorum. Ama dur bakayım, tren yavaşlamaya başlıyor. Ne olduğunu anlamak için metal çubuğa sıkı sıkı tutunarak başımı trenin ön tarafını görmek için dışarı doğru uzatıyorum. Görünürde her hangi bir istasyon falan yok. Öyle kırlık bir arazide ilerliyoruz. Ama tren iyice yavaşlıyor ve duruyor. Bulunduğum yerden iki vagon öteden bir kapı açılıyor ve iki gencin açılan kapının sahanlığından sarkarak bana doğru bağırdıklarını ve el kol hareketleri ile benim de oraya çağırdıklarını görüyorum. Nazlanmaya hiç niyetim yok. Yere atlıyorum ve var gücümle açılmış kapıya doğru koşuyorum. Yanlarından geçtiğim pencerelerden sarkan bir sürü insan çoğu Türkçe olarak çığırıyor ve alkışlıyorlar. Kapıya varıyorum ve kendimi trenin içine atıyorum. Bana işaret eden iki genç en önde bekliyor. Arkalarındaki dar koridorun aldığı kadar, beş on kişi daha, sanki önemli bir yarış kazanmışım gibi tezahürat yapıyorlar. Su kabı hala elimde. Bana kapı açan ve kutlama gösterileri yapan gençlerle sanki eskiden beri tanışıyormuşuz gibi sarılıyoruz. Biraz soluklanıyorum. Olan biteni kısaca anlattıktan sonra kendi vagonuma ve kompartımanıma yöneliyorum.
Konpartımana ulaştığımda diğer beş arkadaştan ikisinin hala uyuduğunu fark ediyorum. Diğer üçü ise belli ki daha yeni uyanmışlar ve henüz afyonları patlamamış. İfadesiz bakışlarla oturdukları yerden karşılarına bakıyorlar. Kompartımana girince biri silkinerek biraz canlanıyor. Elimde tuttuğum su kabına bakıyor ve bana dönüyor.
“Nereye kayboldun birader? Suyu da yanında götürmüşsün. Dilimiz damağımıza yapıştı”.
Olanları anlatmak için ağzımı açıyorum. Sonra ağzım açık, duruyorum. Vaz geçiyorum. Sanırım o sabah yaşadıklarımı anlatmaya kalkarsam, olanları kafamda bir kez daha yaşamaya dayanacak gücüm kalmadı.
No comments:
Post a Comment