Wednesday, August 10, 2022

YENİ ROMANIMDAN

 Üzerinde çalışmakta olduğum yeni romanımdan bir bölüm.


Önde Dr. Naci Bey, arkasında diğer iki doktor ve Törk, Ohio State Üniversitesi’nin kapalı spor salonu olan devasa St. John Arena’ya doğru yöneldiler. Büyük ana kapıdan girdiler ve tribünlere ulaşmak için karşılarına gelen merdivenlerden çıkmaya başladılar. Merdivenlerin yarısına henüz ulaşmışlardı ki, spor salonundan yükselen bir ses, bir davul-zurna ikilisinin kulağı delerken göğsü yumruklayan gümbürtüsü, gelenlere ulaştı. Merdivenlerin tepesine çıkıp aşağıda kalan oyun sahasına baktıklarında manzara muhteşemdi. Ortada zeybek giysileri içinde bir genç adam zurna üflerken, hemen yanında geleneksel üçetek giymiş bir genç kız boynunda asılı ramazan davulunu ritimle tokmaklıyordu. Muhteşem olan bu ikilinin yaptıkları müzik değildi. Törk’ün ve yanındaki Türk doktorların yüreklerini heyecanla kabartan, bu delikanlı ile genç kızın etrafında el ele vermiş, enstrümanların ritmi ile dalgalanan yüzden fazla Amerikalı gençti.


Yeni gelen dört Türk tribün sıralarını bölen merdivenlerden inerek oyun sahasına yaklaştılar ve en öndekinin üç gerisindeki sıraya yan yana iliştiler. Şimdi zurnayı üfleyen genç ile davulu çalan genç kızı daha yakından görebiliyorlardı. Delikanlı hafif göbekli ve omuzuna kadar uzun saçlı idi. Kısa bir sakalı ve bıyıkları vardı. İzleyen Türkler, Anadolu folkloru konusunda uzman olmadıklarından, genç adamın üzerindeki zeybek giysilerini andıran kıyafetin aslında herhangi bir yöreye özgü bir giyim tarzını yansıtmadığını anlamaları olanaksızdı. O anda onları etkileyen önlerindeki alanda daha önce benzerlerini çok gördükleri tanıdık bir kıyafet içindeki bu kişinin, fareli köyün kavalcısı misali, etrafındaki gençleri tek vücut hale getirmiş ve yine kulaklarına yabancı gelmeyen bir ezgi eşliğinde oynatmakta olduğu idi. İzleyiciler biraz dikkatle dinleseler, zurnadan yükselen ezginin de bilinen bir halk oyunu parçası olmayıp Modern Folk Üçlüsü’ nün popülerleştirdiği Ali Paşa Ağıtı olduğunu fark edebilirlerdi.

Zurnacı gencin milli kökenini belli edecek belirgin bir etnik tipi yoktu. Ancak davul çalan genç kız Anglosakson ırkın bütün özelliklerini taşıyordu. İnce uzun boylu, pembemsi beyaz tenli, mavi gözlü ve düz uzun sarı saçlı idi. Zurnayı çalanın müziğin ritmini vurgulamak çabası ile aleti üflerken eğilip bükülmesine karşın, davula daha bir ruhsuz vuruyordu. Ama bu ayrıntı da, manzara karşısında apışmış dört Türk’ün dikkatinden kaçtı. Gördükleri ve duydukları, bulundukları mekânda izleyip dinleyecekleri önceden söylense asla ihtimal vermeyecekleri bir olaydı. Sıradan vatandaşının haritada Türkiye’nin yerini gösteremeyeceği, Amerika Birleşik Devletleri gibi bir ülkede, hem de o ülkenin kendi kültürü dışındaki kültürlerle bağı sıfır düzeyde olan, Ohio gibi, kültürel açıdan içine kapalı bir eyaletinde, yüz küsur Amerikalı genç Anadolu folklorunun ritmi ile hoplayıp duruyordu. Bu da az şaşırtıcı bir şey değildi.

Üç doktor ve Törk’ün ilgi, şaşkınlık ve hayranlıkla izledikleri çalışma yirmi dakika kadar daha devam etti. Dansçı Amerikalı gençler dağılmaya başlayınca, kendilerini izleyen dört kişiyi fark eden zurnacı genç adam onlara doğru yaklaştı.

- Hoş geldiniz Naci Bey. Nasıl buldunuz çalışmayı?
- Doğrusu çok heyecanlandık. Bu kadarını beklemiyorduk doğrusu. Kimdir bu gençler, nereden buldun bizim oyunlara merak duyan bu kadar insanı?
- Doktor Bey, bu gençler yalnız Türk oyunlarına değil, Amerika dışında yaşayan pek çok milletin halk danslarına ilgi duyuyorlar. Bu ülkenin hemen her eyaletinde, özellikle Avrupa folkloruna ilgi duyan insanların oluşturduğu etnik dans kulüpleri var. Burada gördükleriniz de Ohio eyaletindeki böyle bir kulübün üyeleri.

Törk lafa girdi;
- Peki kim öğretmiş bunlara bizim oyunları?
- Ben
dedi, zurnanın ağızlığını çıkarıp silerken. Söyleyiş tarzındaki gururu sezmemek mümkün değildi.

Dr. Naci Bey tekrar konuştu;
- Bora, bugün buraya ne için geldiğimizi biliyorsun.
- Biliyorum Doktor Bey. Türkiye’den bir halk oyunları gurubu getirip Amerika’da gösteriler yapacağız. Bunun ayrıntılarını konuşacağız.

FOTEM Türk halk oyunları topluluğunun Amerika turnesinin planlanması o gün orada başladı.

Naci Bey, Törk ve diğer iki Türk doktorun St John’s Arena’yı ziyaret ettikleri günden yaklaşık iki ay sonra, aynı kampüste farklı bir binadayız. Saat 19:55. Burası Ohio State Üniversitesi’nin en büyük konser salonu Mershon Auditorium. 1500 kişi kapasiteli salonun hemen tamamı dolu. İzleyicilerin çoğunu Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta-Batı bölgesinde yaşayan Türk’ler oluşturuyor. Buna karşılık, kalabalığın içinde doğma büyüme Amerikalılar da az değil. Saatler 20:01’yi gösterdiğinde sahne arkasından güçlü bir zurna sesi yükseliyor. Salondaki Türklerin arasında bu sesi canlı olarak çok uzun yıllardır duymamış olanlar çoğunlukta. Bunların çoğunun belleği, zurna sesini, Türkiye’de bıraktıkları çocukluklarının bayram sabahları radyodan yükselen oyun havaları ile eşleştiriyor. İyice loşlaşan salonu gittikçe güçlenerek dolduran bu ses, Türk kökenli izleyicilerin yüreklerini iyice titretmeye koyulduğunda zurnaya bir de davul ritmi ekleniyor. Davul zurna düeti ile perde de yavaşça açılırken sahne aydınlanmaya başlıyor ve sahnede yerlerini almış dansçılar belirginleşiyor. Salonda inanılmaz bir alkış ve çığlık fırtınası kopuyor. Törk, çevresindeki Amerikalıların da havaya girip heyecanlandıklarını fark ediyor. Onlar da Türkler kadar gürültü çıkarıyorlar.

O akşam FOTEM halk oyunları gurubu Columbus'lu izleyicilere Türkiye’nin farklı yörelerinden on beş kadar değişik oyun sundular. 

Friday, July 29, 2022

 SÖZÜM SÖZ

1964-65 ders yılında Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi'nde Bitki Besleme dersimiz var. Daha FKB’deyken, Botanik, Zooloji gibi derslerin yoğunluğundan şikayet ettiğimizde bizden önceki sınıflar ‘Onlar da ders mi, siz bir de Hıfzı Hoca'nın Bitki Beslemesi’ni alın da, kazık ders nasıl olurmuş göreceksiniz’ diye gözümüzü korkutmaya başlamışlardı. Gerçekten de Hıfzı Güner Hoca'nın dersinden geçmek fakülteden yarı yarıya mezun olmak gibi bir şeydi. Bu varsayımın kanıtı olarak da ilk geçme sınavında çaktım. Yaz sonunda da bir daha çuvallamaz mıyım.. Bende şafak attı. Haziran ‘65’de üçüncü hakkıma gireceğim. O yıllarda dört kez başarısız olursan fakülteden atılıyorsun. Aldı mı beni bir korku.. Sınav tarihi yaklaştığında bir gün sınıfın önüne çıktım ve şöyle bir anonsta bulundum; ‘Bu Bitki Besleme’ye çok iyi çalışacağım ve bu kez geçeceğim. Geçersem de, o kadar mutlu olacağım ki, işte size burada ilan ediyorum: elbiselerimle Fakülte Lokali’nin önündeki havuza atlayacağım.’ Ve, Hıfzı Hoca bu kez geçer not verdi ve dersten geçtim. İyi de, verilmiş sözüm var. Bir çeşit adak yani. Yerine getirilmesi lazım. Çaresiz, sınıfta kara tahtaya bir tarih yazıp, o gün öğlen arasında sözümü yerine getireceğimi ilan ettim. Doğal olarak, kimsenin beni mecbur ettiği, zorladığı yok. Havuza atlamasam da kimsenin umurunda değil. Ancak hayli zıpırdım ve bu tür maymunluklar yapıp ilgi odağı olmaya bayılıyordum. Gün ve saat geldi. İlanımı hemen bütün arkadaşlar zaten duymuştu. Önce, havuzun yakınındaki ıhlamurun altında yere oturup bir süre arkadaşların toplanmasını bekledim. Yeteri kadar izleyici hazır olunca da gösteri başladı. Öykünün gerisini aşağıdaki görseller özetliyor.










Şimdi düşündüm de; o zaman akıl edememiştim, keşke sınavı verdikten sonra bu fotoğrafları Hıfzı Hoca’ya da verseydim.

Friday, June 24, 2022

ŞAFAK SÖKERKEN

Nisan ayında doğanın uyanıp kabuğunu çatlattığı günler. Vücut, ılık bir kaplıca havuzunda nasıl mayışır ya, işte güneş de bu dönemde gün boyu insanı öyle gevşetiyor. Ama bu, gündüz saatlerinde. Gece bastırdığında, o ayrı bir hikaye. Hele, kuzeye açık, kıyıda, denize bakan dik yarların dibinde, bir orman kenarındaysan. 24 Mayıs’ı 25’e bağlayan gece Anzak Koyu’ndayım. Nefes ağızdan veya burundan çıktığı an buhar oluyor. Üzerimde atlet fanila üzerine uzun kollu bir flanel gömlek, onun üzerine yün örgü bir kazak, sonra su geçirmez bir parka, en üstte de sağlam bir balıkçı yağmurluğu olduğu halde ayaz ısırıyor.



Gelibolu yarımadasının Saros körfezi kıyısında Kabatepe mahallinin üç kilometre kuzeyinde Arıburnu adı ile denize doğru uzanan ufak çıkıntının bitişiğindeki bu küçük koyun resmi adı, 1985’de Avustralya ile yapılan bir antlaşma ile, o ülkede bir yere ‘Atatürk’ adı verilmesine karşılık, ‘Anzak Koyu’ oldu. Bilindiği gibi, ‘ANZAC’ akronimi, Avustralya Yeni Zelanda Kolordusu anlamına geliyor.


107 yıl önce, tam da bulunduğum bu yerde ve bu saatte, ne zaman geleceği belli olmayan ama geleceği kesin olan düşmanı bekleyen gözetleme erlerinden birinin yerine koyuyorum kendimi. 25 Nisan 1915’de, Saros kıyısında Kabatepe’den başlayıp Anzak koyunun kuzey ucuna kadar olan yaklaşık dört kilometrelik bu kesimde 3üncü Osmanlı Kolordusu’nun 9uncu Tümeni’ne bağlı 27nci Alay’ın 2inci Tabur’u düşmanı gözetleme görevinde idi. Her ne kadar ‘taburdokuz yüz askere kadar çıkabilen bir birlik olsa da, o günün şartlarında büyük olasılıkla bu tabur en düşük düzeyde tutularak 400 asker civarında bir mevcuda sahipti. O hesapla, destek görevlerde olan erler de çıkarıldığında, o gece bu hat üzerinde gözetlemede olan askerler yaklaşık yirmişer metre aralıkla dizilmiş olmalıydılar. Kendimi yerine koymaya çalıştığım o asker nereli idi? Anadolu’nun uzak bir köşesinden mi, yoksa yakından, Gelibolu köylerinin birinden mi? Askere yeni mi alınmıştı, yoksa o gün o cephede görevli pek çok diğer vatan evladı gibi Balkan Savaşı’na da katılmış, altı yıldır evini, ailesini göremeden tekrar ön saflara sürülmüş Mehmetler’den biri miydi? Bu saatte karnı tok olamazdı. İhtimal, akşam yemeği olarak bir tas kırık buğday çorbası, kuru üzüm hoşafı ve bir tayın ekmek verilmişti. Genç olduğundan ayaza benden çok daha dayanıklı olmalıydı ama sırtındaki mintanı, kaba kumaştan üniforma ceketi ve en üste giydiği yün kaputu kendisini ne kadar koruyabiliyordu? O saatte uyanık mıydı, yoksa eli tetikte uyukluyor muydu? Evli miydi, bekar mıydı? Eşini, varsa çocuklarını, bekarsa sevdalısını en son ne zaman görmüştü? Ve asıl merak ettiğim, birazdan başlayıp sekiz ay boyunca burada yaşanacak cehennemi kestirebiliyor muydu?


Plastik bir koltuğun üzerinde tünemiş ve kafamda bu soruları yoğururarak Şafakta Anma Töreni’nin başlama saatini ettim. Törenin ayrıntılarına geçmeden önce, bu etkinliğin ne için yapıldığını ve katılmak için gereken ön hazırlıkları anlatayım. Birinci Dünya Savaşı’nda, 18 Mart 1915’de, ‘Müttefik (veya İtilaf) Devletleri’nden İngiltere ve Fransa’nın ortak bir donanma ile Çanakkale Boğazı’nı zorlayıp başarısız olmaları sonucu, bir kez de karadan saldırarak boğazı ele geçirip İstanbul’a ulaşma niyeti ile Gelibolu yarımadasına çıkarma yapmayı denediler. 25 Nisan’da şafak sökerken İngiliz askerleri yarımadanın burnundaki Seddülbahir köyü yakınına saldırırken, o tarihte İngiltere İmparatorluğu’na yeni katılmış iki genç ülke olan Avustralya ve Yeni Zelanda’lı piyadeler de ‘Anzak Koyu’na çıktılar. Burada yaşanan son derece kanlı boğuşmalardan sonra amaçlarını gerçekleştiremeyeceklerini anlayan işgalciler sonunda çekilmek zorunda kaldılar. Yenilgi ile sonlanmasına karşın, bütün dünyanın Gelibolu Kampanyası olarak bildiği bu harekat, Avustralya ve Yeni Zelanda halklarında derin izler bıraktı. Bunun temel nedeni, bu iki genç milletin evlatlarının kökenleri nedeniyle bağlı oldukları imparatorluğun siyasi hırsı nedeniyle başarı şansı hemen hemen sıfır olan bir boğuşmada telef edilirken gösterdikleri cesaret, dayanışma ve mücadele ruhunun bu ülkelerin kimliklerinin oluşmasına yol açtığına inanılması. Bu yüzden, Avustralya’da 1916’da, daha Birinci Dünya Savaşı bitmeden, Anzaklar’ı anma günü düzenlenmeye başladı. 1970’li yıllardan bu yana da Gelibolu’daki Anzak Koyu’nda anma törenleri yapılıyor.


Arıburnu ve Anafartalar bölgesindeki savaş alanlarını daha önce birkaç kez gezmiştim. Buralarda yaşananlarla ilgili hem Türk tarafı hem de Müttefikler’ce yazılmış pek çok yazı okudum. Bu nedenle öteden beri bu ‘Şafakta Anma Töreni’ni merak eder, katılarak etkinlik sırasında yaşanan ve hissedilenleri deneyimlemek istiyordum. Kısmet bu yıla imiş. Yakınlarım arasında, 78 yaşımda, ciddi bedensel dayanıklılık gerektiren böyle bir şeye heves etmemin akıllı işi olmadığı yönünde beni uyaranlar olduysa da, ben ‘aklına koydunsa yap, daha sonra neden yapmadım diye hayıflanırsın’ diyenlerin yüreklendirmesiyle buralara geldim. Çok da iyi etmişim.


Sivil katılımcıların kendi araçları ile tören alanına yaklaşmaları mümkün değil. En yakın otopark alandan üç kilometre uzaktaki Kabatepe’de. Güvenlik nedeni ile etkinlik bölgesine 24 Nisan gecesi 23:00’den önce girilmesine izin verilmediği gibi, ertesi sabah 03:00’den sonra da mümkün değil. Dolayısı ile özel araçla gelenlerin yukarıdaki saatler arasında araçlarını park edip gece karanlığında o üç kilometreyi yürümeleri gerekiyor. Öyle olunca, katılanların çoğu bir tura katılarak gelmeyi tercih ediyor. Benim katıldığım turun otobüsü 23:30’da Ecabat’tan yola çıktı. Tur grubu içinde iki rehber ve tur organizatörü dışında benden başka Türk yok. Yanımda oturan Yeni Zelandalı genç piyade subayı Shane Potaka ile hemen kaynaşıyoruz. Arkamdaki koltukta Yeni Zelanda’nın yerli ahalisi olan bir Maori beyefendi oturuyor. Diğer yolcuların hemen hepsi Avustralyalı. Genç bir çift 8 ve 10 yaşlarındaki çocuklarını da getirmiş.


Söz konusu tören Avustralya ve Yeni Zelanda tarafından ortaklaşa düzenleniyor. Etkinlik Türkiye’nin izni, himayesi ve güvencesi ile yapılıyor. Bölgenin ve katılanların güvenliği yanında bölgedeki trafik düzenlemesi Türk güvenlik güçlerince sağlanıyor. Pandemi nedeni ile iki yıl yapılamayan tören bu yıl tekrar gerçekleştirildi. Daha önceki yıllarda sivil katılımın 12.000’i geçmesine karşın bu yıl katılanlar, yine pandemi nedeni ile, 400 civarında idi. Katılmak isteyenler Internet üzerinden başvuruda bulunuyor ve sağlanan kişisel bilgiler kontrol edildikten sonra istekliye bir katılım belgesi gönderiliyor. Normal olarak, güvenlik açısından herhangi bir sorun arz etmeyen herkes, tören bölgesi kapasitesinin el verdiği ölçüde, kabul ediliyor. Türk vatandaşlarının katılması memnuniyetle karşılanıyor.


Bölgeye yaklaştığımız bir yerde ilk güvenlik noktasında duruyoruz. Yolcular inmeden, hassas burunlu köpekler otobüsün bagajlarındaki çantaları denetliyor. Bir kaç yıl önce, daha sonra aslı olmadığı anlaşılan, tören alanına yönelik bir terör ihbarı üzerine güvenlik önlemlerinin arttırıldığını öğreniyorum. Gece yarısından sonra tören alanına bir kilometre kala bir noktaya kadar getirilip bırakılıyoruz. Alan girişine kadar geçici olarak aydınlatılmış yoldan yürümek gerekiyor. Yaşlı veya yürüme engelli olanlar için özel bir mekik aracı tahsis edilmiş. İhtiyarlığın ender nimetlerinden birinin keyfini çıkararak ‘kabul çadırı’na zahmetsizce ulaşıyorum. Çadırda dört beş adet metal detektörlü denetim noktası oluşturulmuş. Sıraya giriyoruz. Çok sayıda, bir örnek kırmızı parkalı, iyi İngilizce konuşan Türk gencin katılımcıları karşılayarak yardımcı olmaya çalıştıkları dikkatimi çekiyor.




Alana alkollü içki ve 100 ml’den fazla herhangi bir akışkan maddenin getirilmesi yasak. Bu tür sınırlamaların olmadığı daha eski yıllarda, bazı kendini bilmez genç ziyaretçilerin ağırbaşlı ve hüzünlü olması beklenen bu etkinliği bütün gece süren bir çeşit eğlenceye dönüştürmeye çalıştığı hatırlanıyor.


Tören alanı hemen deniz kenarında, denize doğru hafif eğimli bir çayırlık. Ortalık portatif tesisat ile aydınlatılmış. Sol yanda büyük bir ekranda gece boyunca konuyla ilgili belgeseller gösteriliyor. En önde resmi davetliler için iki adet tribün kurulmuş. Onların arkasındaki alan sivil katılımcılara ayrılmış. Çoğunluğu 25 – 40 yaş aralığında olan katılımcıların çoğu yanlarında getirdikleri uyku tulumları veya battaniyelere sarınarak bu alanda yerde oturarak veya yatarak geceyi geçiriyorlar. O alanın bir köşesine de, yine yaşlılar ve fiziki engelliler için, yirmi yirmi beş kişilik daha küçük bir tribün daha yerleştirilmiş. Beni oraya buyur ediyorlar. Benden önce gelip en köşedeki sandalyeyi kapmış uyanık bir ‘ihtiyar’ın yanındaki sandalyeyi boş bırakıp ben de oturuyorum. Az sonra tanışıyoruz. Avustralyalı emekli petrol mühendisi Wayne, uzun yıllar Libya ve Cezayir’de çalışmış ve benden en az on yaş daha genç. Sanırım alandaki en yaşlı kişi benim.














Sabahın 03:30’unda hava iyice soğumuş bulunuyor. Etrafımdaki yabancı katılımcıların ve yine yabancı görevlilerin bazılarının yakalarında veya şapkalarında yapma gelincik çiçekleri var. Gelincik, savaşlarda yitirilmiş şehitlerin anılmasında dünyanın değişik ülkelerinde kullanılan bir sembol. En çok da Avustralyalılar tarafından Gelibolu’da bıraktıkları şehitleri anmak için kullanılıyor. Bizde pek uygulanan bir adet değil ama, o sabah, 107 yıl önce bulunduğum yerde vatanı için canını vermiş şehitlerimizin anısına, önceden hazırladığım yapma bir gelinciği şapkama iliştiriyorum.



















Saat 04:30 civarında bir grup görevli, davetli tribünlerindeki plastik sandalyelerin üzerinde soğuktan yoğunlaşan ıslaklığı kurulamaya geliyor.






Ben, yanımda getirdiğim uyku tulumumu, içine girmek yerine, ıslak sandalyeme sererek üzerine oturmayı tercih ediyorum. Bir ara, bacaklarımdaki dolaşımı arttırmak için yerimden kalkıp yine yaşlıların zaman zaman girip ısınmaları için tahsis edilmiş çadıra yöneliyorum. İçeride orta yaşlı bir Türk çift ve birkaç Avustralyalı genç var. Her ne kadar onlar için ayrılmamış olsa da, görevliler bu üşümüş gençlerin bir süre o çadırda kalıp ısınmalarına ve birer bardak ikram çay içmelerine ses çıkarmıyor.










Biraz ısındıktan sonra dışarı çıkıp tören bölgesinin uzak bir köşesine kurulmuş yiyecek içecek çadırlarına yöneliyorum. Türklerin işlettiği iki büfede soğuk ve sıcak içecekler, döner ve şiş kebap gibi yiyecekler satılıyor. Yol arkadaşım Shane ile karşılaşıyorum. Ayakta yaptığımız beş on dakikalık sohbette kola eşliğinde iki adet yarım ekmek arası döner sandviç götürüyor. 190 cm üzerindeki atletik yapısından ötürü hiç de yadırgamıyorum. Daha sonra yerime dönüyorum. Tören alanı yeterince aydınlatılmış. Hemen önümüz deniz olmasına karşın, ışıkların da göz alması nedeni ile Saros görünmüyor. Ancak çok hafif dalgaların çakıllı sahilde çıkardığı hışırtı bana kadar ulaşıyor. Gündüz olduğunda arkamızdaki ağaçlıkları dolduracak kuş cıvıltısı henüz başlamamış olmakla beraber, bülbül olduğunu tahmin ettiğim yalnız bir kuş şafağın yaklaştığını hatırlatıyor.


05:00’de Avustralya ve Yeni Zelanda Askeri Karma Bandosu, biraz da uyuyanları uyandırmak için, hafiften yumuşak ezgiler çalmaya başlarken resmi davetliler de gelmeye başlıyor. Gelibolu Kampanyası’na katılmış bütün milletleri temsilen üst düzey bürokratlar, subaylar, askeri ateşeler, sefaret ve konsolosluk mensupları. İngiliz, Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Hintli, Pakistanlı, Fransız ve başkaları. En ön safta yer verilmiş olan Yeni Zelanda Gaziler Bakanı Melissa Heni Mekameka Whaitiri’nin geleneksel Maori kıyafeti dikkat çekiyor.















Davetliler arasında Bakan Whaitiri’den başka, Avustralya’nın Türkiye Büyükelçisi, Çanakkale Valimiz, bir generalimiz, birkaç yabancı general ve bizimkilerle beraber yabancı on beş yirmi yüksek rütbeli subay var. Tören tam 05:30’da, daha önce görmediğim, Avustralya ve Yeni Zelanda yerli halklarının kullandığı ilginç müzik aletleri eşliğinde Maori dilinde icra edilen hüzünlü bir ilahi ile başlıyor. Arkadan, Avustralya’nın yerli halkı Aborjinleri temsil eden bir deniz kuvvetleri mensubu, uzun, ağır ve içi boş ahşap bir borudan oluşan çok ilginç başka bir müzik aleti ‘didjeridu’yu çalarak törenin başladığını ilan ediyor.














Töreni yöneten Yeni Zelanda Kraliyet Ordusu’ndan Yarbay Sheree Alexander’in önerisi ile ayağa kalkıyor















ve etkinliği düzenleyen iki ülkenin farklı silahlı kuvvetlerini temsil eden, ikisi kadın, dört asker alçak seste tırrım tırrım tempo veren bir trampet eşliğinde gelerek tören alanın önünde kurulduğu varsayılan bir katafalkın dört köşesinde yerlerini alıyor. Arkaları katafalka dönük, tüfeklerini ters çeviriyor, namlularını yere koyup üzerine baston gibi dayanıyor, yine trampetin tırrım tırrımı ile başlarını öne indiriyorlar. Bu dört asker yaklaşık bir saat süren tören boyunca kımıldamadan öylece kaldılar.



Bu katafalk nöbet ritüeli ile ilgili şöyle de bir bilgi edindim; bu nöbeti tutan askerlerden hiçbirinin rütbesi anılmakta olan şehitlerin hiçbirinin rütbesinden daha yüksek olamazmış. O nedenle nöbeti tutan dört asker de er rütbesinde.


Daha sonra, davetlilerden birkaçı çok kısa konuşmalar yapmak üzere podyuma geliyor. ‘Şehitleri anmaya davet’ konuşmasını yapan Yeni Zelandalı tümgeneralin de, Yarbay Alexander gibi, üniforması üzerine ülkesinin yerli halkının kullandığı, renkli kuş tüyleri ile bezenmiş, ilginç pelerinden giydiği dikkatlerden kaçmıyor. Benim aklımda ise, generalin sözlerinden biri kalıyor; ‘Yüz yedi yıl önce burada karaya çıkanların beklentisi, bugünün yaşamları boyunca en unutamayacakları gün olacağı idi. Oysa, o gün, pek çoğunun yaşamındaki son gün oldu’.






Yapılan konuşmalarda burada şehit düşen Anzak askerlerinin daha önce herhangi bir savaş deneyimi olmamasına karşın gösterdikleri cesaret ve dayanışma vurgulanırken vatanlarını her ne bedelle olursa olsun savunmaya kararlı Türk askerinin kahramanlığı da birkaç kez dile getiriliyor. Konuşmaların ardından saygı duruşu için tekrar ayağa kalkıyoruz. Daha sonra Yarbay Anıl Aksoy, Mustafa Kemal’in 1934’de şehit Anzaklar’ın annelerine hitaben hazırlattığı metni önce Türkçe sonra İngilizce olarak okuyor.






Artık şafak iyice söktü. Bugün Saros son derece sakin. Yaşar Kemal ustanın ‘karıncanın su içtiği’ diye tanımladığı kıvamda. Sırada Türk, Avustralya ve Yeni Zelanda milli marşları eşliğinde ülke bayraklarının göndere çekilmesi var. İstiklal Marşı’mızı olağanüstü coşku ile okuyan tenor, Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuarı öğretim üyelerinden Şenol Talınlı.






Duygulanmamak elde değil. Savaşa katılan ülkelerin değişik kurumlarını temsilen hazırlanmış çelenklerin yerleştirilmesi ve son bir saygı duruşu ile tören sona eriyor.


Düşman olmaları için hiçbir nedenleri olmayan üç milletin gencecik fidanlarının siyasi emellerle birbirlerine kırdırılmalarının hüznünü yaşayarak ve anlamsızlığını düşünerek, etrafta ve çok yakınımızda bazıları kefensiz yatan kahramanları daha fazla rahatsız etmemeye gayretle tören alanını terk ediyoruz.