Thursday, March 19, 2015

BOLAYIR YAHUT SİLİSTRE


BOLAYIR YAHUT SİLİSTRE


Vakit öğlen olmak üzere.  Osman Kahya Namazgah’ın duvarına tünemiş, sabah ezanından bu yana boğazın Çanakkale yönünden Marmara’ya doğru yaklaşan tekneleri izlemekte.  1888 yılı Aralık ayının bu güneşli fakat ayaz gününde poyrazın ilikleri titrettiği bu yerde saatlerce beklemenin akıllı adam işi olmadığını o da biliyor ama, beklemekte olduğunun uğruna gerekirse çok daha uzun bir süre o soğukta orada kalabilir.

Öğlen ezanı okunurken Sütlüce Burnu açıklarında boğazdan yukarı doğru yaklaşmakta olan vapuru seçmeye başladı.  Namazgah’ın duvarı üzerinde ayağa kalktı ve bir süre yaklaşmakta olan sefineyi izledi.  Sonra, gelenin beklediği olduğuna kanaat getirerek yere atladı ve hızlı adımlarla limanın yolunu tuttu.

 Gelibolu limanı, hangi kavimden kaldığı bilinmeyen kadim bir tekne barınağıdır.  Çanakkale boğazından gelen tekneler taş rıhtımdaki 10 metre genişliğinde bir açıklıktan geçerek önce Dış Liman olarak anılan 65x95m boyutlarındaki havuza girerler.  Dış Liman’ın kara tarafında, kıyıya paralel yolun altından geçen diğer bir menfezle de, daha küçük (50x30m) İç Liman’a girilir. Giriş menfezinin köşesinde eski çağlardan bu yana ayakta kalabilmiş, eski kent kalesinin sadece bir kulesinden oluşan yapı bulunur.

 Osman Kahya Dış Liman’ın girişine vardığında, on dakika önce Namazgah’dan gördüğü vapur da liman girişine 500m kadar yaklaşmıştı.  Aralık soğuğuna ve ısıran poyraza rağmen rıhtım boyunca büyük bir kalabalık birikmişti.  Yaklaşan vapuru bekleyenler arasında Cezayir-i Bahr-i Sefid Vilayeti valisi Arnavut Mehmed Akif Paşa, Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyesi Ebuzziya Tevfik Bey, Gelibolu eşrafından Molla Münib ve kentin diğer bir çok ileri geleni seçilebiliyordu.  Bir kaç dakika daha sonra, pruvasında adı Eser-i Nüshet olarak okunabilen gemi Dış Liman girişine geldi ve poyraza rağmen kaptanın ustalığı sayesinde sorunsuzca süzülerek barınağın içindeki sakin sulara ulaştı.  Rıhtımın deniz tarafında bekleyen zevat da limanın iç tarafına geçerek teknenin yanaşmak üzere olduğu noktaya geldiler. 

Osman Kahya, tekne daha tam yanaşmadan, rıhtımda bekleyen güçlü kuvvetli bir kaç gençle beraber bordaya sıçrayıp güverteye ulaştı.  Kaptan köprüsünün hemen önüne yüksekçe bir katafalk yerleştirilmiş, onun üzerine de cenazeyi taşıyan tabut konmuştu.  Osman Kahya, tabutun önünde bir kaç saniye hareketsiz durdu.  Göz pınarlarından süzülen birkaç damla yaşı gizlemeye bile gerek görmeden elinin tersi ile sildi .  Tabutta yatan ve bütün Osmanlı diyarında ve hatta dış ülkelerde Namık Kemal olarak bilinen mefta, Osman Kahya için Mutasarrıf Kemal Beyefendi idi. 

Ama o an geçmişi tefekkür edecek zaman değildi. Tekneye beraberce çıktığı gençlerle beraber, oyalanmadan girişip, Sakız Adası’nda kurşun dökülerek sızdırmazlığı sağlanmış ağır tabutu omuzlayıp küpeşteye yaklaştırdılar. Tabutu dikkatlice küpeşteden aşırıp rıhtımda bekleyen diğer bir grup gencin yukarı doğru uzanmış el ve kollarına doğru indirip teslim ettiler. Osman Kahya, tekrar rıhtıma atladı ve üzerine tabutun yerleştirilmesi için bekleyen yaylı arabanın yanına geldi.  Zaten arabayı sabah erkenden İbrahim Mazhar Bey’in konağından alarak limana da o getirmişti.  Tabut yine ihtimamla arabaya yerleştirildi ve üzerine, bu kez Kalyonizade Ahmet’in oğlu Bekir Bey’in konağından getirilmiş kırmızı atlas örtü yayıldı.  Kahya, o örtünün daha önce de önemli kişilerin cenaze törenlerinde kullanıldığını hatırlamakla beraber, değeri harbiyesinin 67 yıl önce Sultan IInci Mahmud’un Gelibolu’yu ziyareti sırasında konuk olduğu Kalyoni Ahmet Bey’in konağının kapısındaki binek taşını örtmek için kullanıldığını bilmiyordu.  Onun bildiği, tabutta yatanın, ona göre, çok mübarek bir insan olduğu idi.

On altı yıl önce, Osman Kahya 17 yaşında bir delikanlı idi.  O yıl Kemal Beyefendi Gelibolu’ya mutasarrıf olarak atanmış ve dört aydan biraz daha uzun bir süre bu kentte yaşamıştı.  Osman’ın ‘kahya’lığı, o sırada Bolayır’da nahiyenin sığırtmaçlığını yapmasından ileri geliyordu.  İşte o, 17 yaşında olduğu, 1872 yılının bir sonbahar akşam üstünde, sabah nahiyeden topladığı sığırları önüne katmış Baklaburnu ovasından köye doğru çıkıyordu ki yakındaki derenin içinden üç tazı fırladı ve sürüye doğru koşmaya başladılar.  Osman’ın hemen peşinde de sürüden asla ayrılmayan iri çoban köpeği Çakır vardı.  Yaklaşan tazıları gören Çakır da yaydan boşanmışça fırlayıp gelenlere doğru yöneldi.  Osman dört hayvanın yaman bir kavgaya tutuşacaklarını hemez sezdi ve kolunun altında tutuğu asasını kaldırıp köpeklere bağırmaya yeltendi ki, bunu yapmaya fırsat kalmadan, tazıların çıktığı derenin hemen arkasından bir mavzer gümledi. Birbirlerinin gırtlağına yapışmak üzere olan hayvanlar anında yerlerine mıhlandılar ve, hepsinin kulakları dikili, sesin geldiği yana döndüler. Derenin karşı yakasındaki karaçalıların arkasından üç kişi göründü. İkisi mavzerini koltuğunun altına sıkıştırmış, üçüncü elinde tutuyordu.  Mavzeri elinde olan tazılara doğru seslendi.

-          Gelin beri more..  Aaaah, her bi şeye salarsınız beyaa..

Tazılar beklenmedik şekilde adama itaat ettiler ve gerisin geri dönüp yaklaşan üçlüye doğru koşmaya başladılar.  Osman da Çakır’ına seslendi.

-          Nah nah nah, dön be koca Çakırım, dön be bu yana..

 Çakır da, isteksiz de olsa, geri dönüp Osman’a doğru seğirtti.

Üç avcı Osman’a yaklaştılar.  Gelenlerden iri yarı olup sade ve kaba bir üniforma giymiş olanı Osman tanıyordu.  Bolayır ve civarının asayişinden sorumlu kırserdarı Sabattin Aga idi.  Aga, yanına gelen tazıların boyunlarına tasmalarını geçirdi ve üçünü birden tek eli ile kontroluna aldı.  Osman da Çakır’ı tasmasından tutmuştu.  Sabattin Aga seslendi.

-          Naptın beyaa Osman Kahya? 

-          Napcam beyaa, ayvanları yaymıştım, topladım dönüyom işte.  

Gelenler Osman’a iyice yaklaşınca durdular.  Sabattin Aga yanında gelenlerden orta boylu, geniş omuzlu ve hafif tıknaz olana döndü.
-         Beyim, bu Osman Kahya’dır.  Tıfıl görünüşüne aldanmayın, yaman sığırtmaçtır.  Bıldır kışın çok kar yapmıştı.  Bu kahya, ikiyüz koyunla Doğanaslan korusunda üç gün mahsur kaldı. Kurtlar Bolayır’ın kıyısındaki kümeslere dalıp kazları tavukları boğazlarken, aha bu Çakır köpekle bir olup kurda tek bir kuzu bile kaptırmadı. 
Osman’ın kestirebidiği kadarı ile, Sabattin Aga’nın hitap ettiği, belli ki önemli bir kişi idi.  Kumral sakalı, saçı gibi kıvırcığa yakın dalgalıydı.  Sırtında astragan yakalı deri bir redingot, altında dar paçalı süvari pantolu olup ayaklarına da yüksek konçlu avcı çizmeleri giymişti. Gövdesine göre biraz büyükçe olan başını üçüncü kişiye çevirdi.

-          Tevfik, al bak işte, yaklaşmakta olan mukadder cihan-şumul kapışmada bu milletin vatanını savunmak için ihtiyacı olan cevheri gör, yerinde tanış.  Bitirmeye uğraştığım ‘Vatan’ piyesinin ilhamını nereden aldığımı soruyordun.  Görüyorsun işte, ilham sine-i milletten çıkıyor.  Piyeste Silistre ahalisinin vatan savunmasındaki kahramanlığını anlatıyorum.  Aslında imparatorluğun bütün köşelerinde milletin aksülameli aynı.   Ha Bolayır ha Silistre, fark etmiyor.
Osman Kahya’nın 16 yıl önce, kumral sakallı o yabancının neden söz ettiğinini, o sözlerin söylendiği o gün anlaması imkansızdı.  Ancak bu gün, Bolayır kırında karşılaştığı o özel kişinin yaşamını nasıl değiştirdiğini çok iyi biliyordu.  Bütün bunları düşünürken bir taraftan da Sakız Adası’ndan gelen cenazenin yüklenmiş olduğu yaylı arabayı çeken iki beygirin önüne geçerek dizginlerini kavradı.  Rıhtımda cenazeyi karşılayanların büyük bir bölümü, cenaze arabasının arkasında sıralanmış diğer yaylı araba ve landonlara dağıldılar.  Arkadaki arabaların hepsinin hazır olduğundan emin olan Osman Kahya, dizginleri çekerek konvoyu harekete geçirdi.  Yirmibeş – otuz arabadan oluşan kervan limandan Fener’e doğru giden yolda ağır ağır ilerlemeye başladı. 
Arabaların Keşan’a giden yolda Karabayır’a varmaları yarım saat aldı. Yokuş yukarı tırmanmaya başladıklarında Osman Kahya halâ, Mutasarrıf Kemal Beyefendi’nin hizmetinde geçirdiği üç ayı düşünüyordu.  Bolayır’da karşılaştıkları o ilk gün, kırserdarı Sabattin Aga’nın kendisini ayaküstü mutasarrıf beye tanıştırmasının ardından mutasarrıf ile Osman arasında sohbet koyulaşmış, o sırada sığırtmaç avcılara heybesinden çıkardığı ekşimik, esmer buğday ekmeği ve taze papazkarası üzümlerden ikram etmiş, zaten gün kavuşmasına az kaldığından dördü birlikte sığırları önlerine katıp köye çıkmışlardı.  Kemal Beyefendi özellikle Süleyman Paşa’nın türbesini ziyaret etmek istiyordu.  Türbe ziyareti sırasında gün batmak üzere idi.  Türbe çıkışı Beyefendi uzun uzun Saroz Körfezi üzerinde batan güneşi ve Ege’nin dillere destan gurubunu kızıldan laciverte dönünceye kadar izledi. Daha sonra, Tevfik Bey’e döndü.

-          Tevfik, bu renklerin raksını sonsuza dek bıkmadan izleyebilirim.  Onun için, bak bu vasiyetime Sabattin Aga ve bu delikanlı da şahitler, vadem dolduğunda beni Süleyman Paşanın yamacına, işte tam buraya defnedin.
Bu tembih, 16 yıl sonra Namık Kemal’in nâşının, vefat ettiği Sakız Adası’nda bir caminin haziresine defnedilmiş olduğu halde, yakın dostu Ebuziya Tevfik Bey’in sözkonusu vasiyeti padişaha iletmesi ve Sultan IInci Abdülhamit’in emri ile kabrinden çıkarılıp Gelibolu’ya gönderilmesine neden oldu.  Çok yönlü bir vatansever, düşünür, sanatçı ve devrimci olan Kemal, Gelibolu Sancağı’nda mutasarrıf, yani devleti temsil eden en üst düzeydeki memur olduğu sırada, Bolayır’da sığırtmaçlık yaparken tanıdığı Osman’daki cevheri hemen sezip Gelibolu’da özel postası olmasını sağladı.  Namık Kemal’in bilinen meziyetlerinden biri de, yaşamı boyu Osman gibi daha nice genci kanatlarının altına alıp onları kollayıp yetiştirerek mevcut yetenek ve becerileri ile müsemma mevkilere gelmelerine aracı olması idi. 
Osman Kahya, Mutasarrıf Kemal Beyefendi’nin hizmetinde iken onun itimadını iyice kazanmış, yazdığı yüzlerce mektubun yerlerine ulaşmasını sağlamış, Gelibolu’nun su dağıtımı ile ilgili sorununun çözülmesinde önemli görevler üstlenmişti.  Yazar, Gelibolu’daki memuriyeti sırasında kaleme alıp bitirdiği ‘Evrak-ı Perişan’ adlı eser ve ‘Vatan’ piyesi ile ilgili kısımlar bittikçe onların İstanbul’a ulaştırılması görevi de Osman Kahya’nın sorumluluğunda idi. ‘Vatan’ piyesi ilk kez 1 Nisan 1873’te İstanbul’da sahnelendi. Oyunu izleyen ahali o kadar heyecanlandı ki, sokaklara dökülüp tezahürat yaptı.  Eserin yarattığı tepki saray tarafından endişe ile karşılandı ve Namık Kemal bu nedenle Kıbrıs’a sürgüne gönderildi.  Oyunun sergilenmesi de bir süre sonra yasaklandı.  Ancak, eser ‘Silistre’ adı ile tekrar oynanmaya başladı.  Bu nedenle, zaman içinde, adı ‘Vatan yahut Silistre’ olarak bilinir oldu.  Öldüğünde, şairin kısa ömrü boyunca uğrunda mücadele ettiği özgürlük ve milli birlik meseleleri, bazı önemli adımlar atılmış olmasına karşın, henüz tam olarak çözülmemişti. 
Namık Kemal’in cenaze alayı Bolayır’a ulaştığında vakit, Osman’ın 16 yıl önce bu ulu insan ile ilk karşılaştığı gündeki aynı vakitti. Cenazenin kabre yerleştirilmesi, üzerinin örtülmesi ve son dinî ritüellerin yerine getirilmesi havanın kararmaya yüz tutması ile bitirilebildi.  Gökyüzü bulutsuz, ayaz iyice bastırmıştı ve şairin meftun olduğu gurup, onca ihtişamı ile Saroz ufkundan Bolayır yamacında ebedi yerine yerleşmiş hayranını selamlıyordu. Osman Kahya, defin törenine katılanlar kabrin başından ayrıldıktan sonra bir süre daha orada kaldı.  Ayrılmadan, kabir başına yerleştitilmiş kandillerin soluk ışığının aydınlattığı kabir taşındaki yazıyı bir kez daha okudu.

Ölürsem görmeden millette ümit ettiğim feyzi
Yazılsın seng-i kabrime vatan mahsun ben mahsun.

Cihan Koru

Yukarıdaki yazı, her ne kadar yaşanmış gerçek olaylar ve kişilerden de söz ediyor olsa da, bir belgesel olmayıp sonuç olarak bir kurgu ürünüdür ve sanatçı ehliyetine sığınarak kaleme aldığım bir çalışmadır.

1 comment:

derya.kaptan said...

Elinize, beyninize sağlık
Saygı ve sevgileirmle
Derya Kaptan