Günümüzden 184 yıl önce İstanbul limanını gözünüzde canlandırabilir misiniz? 22 Zilhicce 1246, yani hicri takvim ile 3 Haziran 1831 tarihindeyiz. Bilindiği gibi, Kurban Bayramı’nın içinde olduğu aya Zilhicce ayı denir, hicri-kamerî ayların 12’ncisidir. Her senenin Kurban Bayramı’ndan önceki ilk dokuz günü ve Kurban bayramının ilk günü olmak üzere tam on gün ‘leyâli-i aşere’, yani ‘on mübarek gece’dir. Bu hesapla, o yılki Kurban Bayramı, hayâl ettiğimiz günden dokuz gün önce bitmiş oluyor. İstanbul’da baharın simgesi olan erguvanlar o yıl da bayrama kadar dayanamamış. Bayramı, gelişerek pembe çiçeklerini örten yeşil yaprakları ile karşılamışlar. Gelecek yıl İstanbul, Kurban Bayramı’nı erguvan cümbüşü ile karşılayacağı kesin ama, şu sırada artık erguvanlardan eser yok. O gün, her ne kadar İstanbul boğazının girişindeki yamaçlarda erguvan ağaçlarının gösterisi sona ermiş olsa da, liman ve çevresinde olağanüstü bir hareketlilik var. Galata ile Sarayburnu arasında, Haliç’in girişinde, Salacak önlerinde, Ortaköy’den Tophane’ye kadar olan rıhtım açıklarında yüzlerce irili ufaklı tekne toplanmış. Bütün bu yelkenlilerin arasında bir tanesi var ki, diğer büyük teknelerin arasında ilk bakışta hemen dikkat çekiyor. O zamanların deyimi ile, bu ‘yüzen kale’, Osmanlı donanmasının amiral gemisi Mahmudiye Kalyonu’dur ve o gün Beşiktaş önlerinde, Kaptan-I Derya Barbaros Hayrettin Paşa Türbesi’ne karşı demirlemişti. Üç direkli, üç güverteli ve 128 topu bulunan bu gemi, Sultan IInci Mahmut’un isteği üzerine gemi mühendisi Mehmet Kalfa tarafından Kasımpaşa Tersanesi’nde 1829 yılında yapılmıştı. Padişah, bu gemiyi, 1827 yılında Osmanlı donanmasının Navarin’de uğradığı bozgun sonunda halkın bozulan moralini tekrar yükseltmek için inşa ettirmişti. Padişah, bu muradına büyük ölçüde erişti. Ortaya çıkan bu görkemli sefine, yapıldığı dönem için dünyanın en büyük savaş gemisi idi ve uzun yıllar bu ünvanını korudu. Pruvasındaki kükreyen aslan figürü, özel günlerde üç direğinden her birinin tepesine çekilen büyük boy bayraklar ve en arkadaki direğinden dümen bölümüne sarkıtılan halata toka edilen 15 metre boyundaki al yıldızlı muhteşem sancak, gerçekten de Osmanlı halkının göğsünü gururla kabarmayı başarıyordu.
Ancak, Mahmudiye’nin bütün bu çalım ve görkemine karşın, Cihangir, Teşvikiye, Yıldız, Üsküdar, Salacak yamaçlarını ve sahilleri doldurmuş ahalinin merak ve dikkatinin odağı başka bir tekne idi. Bu, limandaki diğer gemilerden farklı görünüşlü, çoğu İstanbullu’nun daha önce görmediği türden bir sefine idi. Pruva direğinde yelken donanımı bulunduğu halde, toka edilmiş yelkeni olmayan bu zarif tekneyi diğerlerinden ayıran iki belirgin özelliği vardı. Biri, gövdesinden yükselen uzun bir bacasının olması, diğeri de her iki yanında, su değirmenlerinde görülen su dolaplarını andıran birer çark bulunması idi. Bu, yandan çarklı bir buharlı vapurdu. 1826 yılında İngiltere’de inşa edilmiş olan bu gemi, iki yaşında iken IInci Mahmut tarafından İngilizler’den satın alınmış ve Swift olan orijinal adı, Osmanlı devletinin malı olunca Sürat olarak değiştirilmişti. Buharla çalıştığı için halk arasında ‘Buğ gemisi’ olarak anılmakta ve zerafeti nedeni ile İstanbullular’dan geniş sempati toplamakta idi. Hatta bu gemi ile ilgili olarak, içinde ‘marifetli çarh gemisi, İngiliz'den gelir iyisi’ sözleri geçen ve o günlerde popüler olan bir halk türküsü bile yakılmıştı. Sürat, bir gün önceden Beşiktaş ile Ortaköy arasındaki Çırağan Sarayı’na getirilmiş ve sarayın rıhtımına bağlanmıştı. Sözünü ettiğimiz günde, kaptanı Mr. Kelly’nin yönetiminde tekmil mürettebatı ile sefere çıkmak üzere hazır beklemekte idi.
O gün Cuma namazını Beşiktaş’ta kılan padişah Sürat Gemisi’ne geçerek Marmara Denizi’ne açıldı. Buharlı sefine ve ona refakat eden on beş donanmayı hümayun teknesi limandan çıkarken Osmanlı topçusu hükümdarın filotillasını Kızkulesi, Sarayburnu, tersane ve tophanenin her birinden atılan yirmibir pare topla uğurladı. Donanma, Cumartesi günü sancak tarafında Ganos Dağı eteklerinde Şarköy’ü geçtiğinde akşam yaklaşmakta idi. Bir saat daha yol alındıktan sonra, saat dokuz civarında, gemilerden bakıldığında Gelibolu’daki Namazgah tepesinde yakılmış üç büyük ateş görünmeye başladı. Sürat gemisi ve donanmadaki diğer büyük gemilerin güvertelerinde de büyük meşaleler yanıyordu. Namazgah tepesinde Padişahın gelişini beklemekte olan gözcüler gemilerin meşalelerini seçmeye başlar başlamaz, önceden hazırlamış oldukları diğer iki kuru dal yığınını da tutuşturdular. Donanma gözcüleri, uzaktan izledikleri üç ateşin birden beşe çıkması ile doğru rotada olduklarını ve karşılama hazırlıklarının eksiksiz yerine getirildiğini anladılar. Saat on olduğunda Sürat gemisi ve donanmadaki diğer gemiler Gelibolu sahilinin beşyüz metre kadar açığında demirlediler. Ön tarafında iki meşale bulunan onaltı kürekli büyük bir filika kıyıdan ayrılıp hızla Sürat’e ulaştı. Filika ile gelen Kal’a-i Sultâniyye (Çanakkale – Çimenlik Kalesi) Muhâfızı Salih Paşa idi. Filika yandan çarklı gemiye yanaşır yanaşmaz, Paşa yaşından ve cüssesinden beklenmeyen bir çeviklikle Sürat’ten sarkıtılan borda merdivenini tırmandı ve küpeşte kapısında bekleyen Kaptan Kelly’i selamladıktan sonra hemen saltanat bölmesine yöneldi. Sultan Mahmut iki adet büyük ve kandilli avizenin aydınlattığı salonda üzerine bordo renkli atlas kumaş örtülü bir koltukta oturuyordu. Paşa, eğilerek salona girdi ve padişahın kendisine doğru yaptığı el işareti ile kendisine yaklaştı ve diz çökerek sultanın atlas örtüsünün kenarını üç kez öperek başına götürdü. Mahmut’un ikinci işareti ile konuşmaya başladı; “Padişah-ı zemân ve şehen-şâh-ı devrân, mâlik-evreng-i saltanat ve veliyyü’n-ni’met efendimiz hazretleri, Edirne Vilayeti Gelibolu Sancağı’na hoş gelmiş sefalar getirmişsiniz sultanım”. Padişah, Paşa’nın bu saygı ziyaretine birkaç gönül alıcı sözle karşılık verdi. Vakit ilerlediği ve dinlenmek arzusunda olduğundan Paşa’yı fazla tutmayarak kıyıya dönmesini sağladı. Gelibolu ahalisinin büyük bir kısmı geceyi sahilde yakılmış yüzlerce meşalenin altında, kıyıya oldukça yakın demirlemiş Sürat gemisi ve donanmayı humayun’a ait diğer sefineleri izleyerek sabahı bekledi.
Pazar günü sabahı gün ışıdığında, Padişah’a eşlik ederek İstanbul’dan gelmiş bulunan paşalar, saray görevlileri, muhafız alayı ve mızıka takımı kendilerini getiren teknelerden ayrılan filikalarla kıyıya çıkmış ve topluca sabah namazını kılmışlardı bile. Geceyi kıyıda geçiren ahaliye, sabah evlerinden gelen halk da katılınca bütün Gelibolu sahile boşalmış oldu. Kıyıda, Peksimethâne iskelesi önünde, padişahı bekleyenler arasında Rikâb-ı Hümâyûn Ağaları, Kapıcılar Kethudâsı Nuri Paşazâde Mehmet Bey, Hademe-i Hassa ve Asâkir-i Hassa, miralaylar, binbaşılar, Hasahur Hademeleri ve saray ahırları sorumlusu Mehmet Ağa görünüyordu. Bir önceki akşam Salih Paşa’yı Sürat gemisine getirip götüren büyük filika yeniden Sürat’e yanaşmış, burdosuna al atlas kumaşlar sarkıtılmış, ortasına yerleştirilen uzun bir direğe de padişahın sancağı çekilmişti. Güneşin Anadolu yakasındaki tepeler üzerinden yarım mızrak boyu yükseldiği sırada, sahilde bekleyenler çarklı geminin güvertesine üç Mızıka-i Humayûn neferinin çıkıp yan yana dizildiğini gördüler. Neferler ellerindeki borazanları kaldırırken filikadaki kürek erleri de ayağa kalkıp kürekleri havaya diktiler. Kıyıdaki mızıka takımı da anında hazırola geçti. Borazan neferlerinin çaldığı ti ile Sürat’in güvertesinin ortasında bulunan saltanat dairesinin kapıları açıldı ve 30uncu Osmanlı Padişahı, 109uncu Halife, Sultan ‘Adli’ II. Mahmut güverteye çıktı. O anda, Peksimethâne’nin önünde sıralanmış dört kös gümbürdemeye, bunların etrafına yerleşmiş mızıka da, en yüksek perdeden ‘Ceddin Dede’ marşını çalmaya ve bir ağızdan okumaya başladı. Sultan, bordo merdiveninden filikaya inerken sahile yığılmış bulunan ahali de, tekmil Osmanlı mülkünün sahibi, bütün Osmanlı tebaasının yanında dünya Müslümanları’nın tamamının koruyucusu ve efendisi padişahlarını uzaktan da olsa görebilmenin heyecanı ile avazları çıktığınca ‘Padişahım çok yaşa’ diye haykırıyordu. Sultanı taşıyan filika beş altı dakikada kıyıya ulaştı. II. Mahmut dizlerinin bir karış yukarısına kadar inen önü sırma işlemeli turkuaz mavisi ipekli bir mintan giymişti. Belinde sırmalı bir kemer vardı. Kendisinden önceki padişahların giymediği beyaz pantolonu batı uygarlığına duyduğu sempatiyi yansıtıyordu. Mintanının üstünde koyu lacivert bir pelerin vardı. Boynunda, nerede ise ‘el kadar’ denebilecek, değerli taşlarla kaplı, üst tarafında ay ve yıldız, altında yedi kollu güneşin ortasına yerleştirilmiş tuğrasından oluşan bir nişan taşıyordu. Üzerinde çok uzun beyaz bir sülün tüyü bulunan bordo kırmızısı fesi kıyafetini tamamlamakta idi. Rıhtımda padişahı bekleyenler arasında, yukarıda sayılanlardan başka, Çirmen Valisi Hüseyin Paşa, Çanakkale Muhafızı Salih Paşa ve eski Gelibolu Ayanı Hasan Bey’in kardeşi Kalyonizade Ahmet Bey de vardı. Padişah rıhtıma çıkar çıkmaz, kendisini bekleyen zevattan protokol açısından en kıdemli olan onbeş yirmi kişi sırayla hünkârın önünde diz çöküp pelerininin eteğini öptüler. Padişahın yanına, bembeyaz bir arap atı getirildi. Atın üzerine eğer altlığı olarak kenarları sırmalı al bir çuha atılmış, üzerine altın kakmalı bir eğer bağlanmıştı. II. Mahmut, bir seyisin iki elini birleştirerek oluşturduğu basamağı kullanarak atın sırtına oturdu. Yakın korumaları pelerinini düzgün durması için düzelttiler. Bu sırada mızıka daha oynak parçalara geçmiş, ahali padişahı daha da yakından görebildiği için iyice çoşmuş idi. Beyaz atın başının iki tarafında duran hassa muhafızları dizginleri çekerek şehrin üst mahallelerine çıkan yolun iki tarafına dizilmiş diğer muhafızların arasından ilerlemeye başladılar. Padişahı karşılamaya gelmiş olan devlet erkanı ve yerli ileri gelenler de sultanın ve onun önünde ilerleyen mızıkanın ardına düştüler. Kortej bu şekilde Kalyonizade Ahmet Bey’in konağına kadar geldi. Padişah orada, konağın kapısındaki üzeri al atlas ile örtülü binek taşına basarak attan indi. Günün geri kalan kısmı, şehirde kalacağı sürece ikametine tahsis edilmiş olan bu konakta padişahın, saygılarını sunmaya gelen Gelibolu eşrafını kabülleri ile geçti.
Ertesi gün ev sahibi Ahmet Bey padişahı ağabeyi Hasan Bey’in çiftliğine götürdü. İki saati aşan bu yolculuğu padişah beyaz atının üzerinde, atın dizginlerini tutarak yol gösteren Ahmet Bey de yaya olarak yaptılar. Tabii, padişaha refakat eden hassa muhafızları ve kalabalık bir grup zevat ta arkadan gelmekte idi. Rivayet olunur ki, yolun o kadar uzun olacağı konusunda bilgilendirilmemiş olan II. Mahmut çiftliğe ulaşmadan sıkılmaya başlar ve bir ara önünde yürümekte olan Kalyonizade’ye “Daha gelmedik mi, Ahmet?” diye seslenir. Ve o anda Ahmet Bey’in dudakları uçuklar. Çok şükür, padişahın sıkıntısı Ahmet Bey için daha da ciddi bir akıbete neden olmaz ve az sonra çiftliğe ulaşırlar ve padişah da çiftliğin önünde kendisini görmeye gelmiş köylülerin sevgi gösterilerinden memnun kalarak keyifli bir gün geçirir.
Sultan II. Mahmut bir sonraki gün Bolayır’a giderek Rumeli fatihi Süleyman Paşa’nın türbesini ziyaret etti. Yolculuğu sırasında ve Bolayır’da köylülerle ve yerel yetkililerle sohbet etti. Bir Osmanlı padişahının sıradan köylülerle ve alt kademelerde kamu hizmetlileri ile sohbet etmesi daha önce duyulmuş görülmüş şey değildi. Bu gezide ve diğer vesileler ile sergilediği bu davranışlar II. Mahmut’a hükümranlığı sırasında tebaasının hayranlığını kazandırdı.
O yıllarda Gelibolu’da Müslümanların yanında yaşayan çok sayıda Hristiyan (Rum ve Ermeni) ve Musevi tebaa vardı. Mahmut, daha ertesi gün şehirde yaşayan bu farklı etnik toplulukların ileri gelenlerini kabul ederek dertlerini dinledi. Gelibolu’da değişik tesisleri gezdi, pek çok çeşme, hamam, cami ve okulun tamire muhtaç olduğunu saptayıp bunların elden geçirilmesi için talimat verdi ve kaynak tahsis ettirdi.
Sultan II. Mahmut, amcası III. Selim ile beraber defalarca İstanbul’daki Galata Mevlevihanesi’ne giderek oradaki etkinliklere katılmış ve zaman içinde kendisi de Mevleviliğe karşı sempati geliştirmişti. Gelibolu’da bulunduğu sırada da dünyanın en büyük Mevlevihanesi olduğu söylenen bu dergahı ziyaret etme fırsatını kaçırmadı. Bu ziyaret sırasında İsmail Ağa, Suyolcuzade Salih Efendi, Hammamizade İsmail Dede Efendi ve Müezzin Abdi Efendi gibi zamanın diğer ünlü bestecilerinin hazır bulunduğu sema gösterisine izledi.
10 Haziran günü cuma namazını Eski Cami’de kıldı ve Cuma selamlığına çıktı. Camiye at üzerinde ve hassa alayı refakatinde ve top atışları ile gidip dönen padişah, daha sonra tekrar Peksimethane İskelesi’ne gelerek oradan yine filika ile Sürat Gemisi’ne geçti ve Çanakkale’ye doğru hareket etti. Ertesi sabah Çanakkale’ye varan II. Mahmut , daha sonraki günlerde Sarıçay kenarındaki Çınarlık mesire yerini, şehir dışındaki tabyaları, Kilitbahir Kalesi’ni ve Kilitbahir Köyü’nü, Seddülbahir Kalesi’ni, Bozcaada’yı ve Nara Burnu civarındaki Zuhuri Baba türbesini ziyaret etti. 17 Haziran’da tekrar Gelibolu’ya dönerek bu kez Bolayır ve Keşan beldeleri üzerinden karadan Edirne’ye gitti, oradan da İstanbul’a döndü.
Osmanlı’nın Batı uygarlığının gerisinde kaldığını fark etmesi ile Avrupa ülkelerini tekrar yakalamak için III. Selim’in başlattığı yenilikçi akımın en önemli hükümdarı olan II. Mahmut, padişah olduğu dönemin son derece olumsuz ve talihsiz koşullarına karşın, pek çok yeniliği gerçekleştirdi ve tanzimat hareketinin daha sonra da genç Türkiye Cumhuriyeti’nin giriştiği çağdaşlaşma gayretinin zeminini oluşturdu. Padişahın, burada anlattığım Gelibolu seferinde çağın ileri teknolojisinin sembolü olan buharlı bir gemiyi kullanmış olması ve daha önceki hükümdarların yapmadığı kadar halkına yaklaşarak onların dertlerine kulak vermesi ve yaptığı yeniliklerin tebaası tarfından nasıl karşılandığını yerinde incelemesi o zaman için devrim niteliğinde etkinliklerdi.
Gelbolu Rüzgarı’nda daha önce yayınlanmış yazı ve öykülerimde olduğu gibi, bu yazı da çoğu gerçek olaylara dayanmakla beraber kurmaca bölümler de içeren bir çalışmadır. Dolayısı ile bu yazım, tarihi olayların ayrıntılarını öğrenmekten çok, o günlerin ruhunu hayal etmek niyeti ile okunur ise, yazıyı yazmaktaki amacıma ulaşmış olurum.
Osmanlı’nın Batı uygarlığının gerisinde kaldığını fark etmesi ile Avrupa ülkelerini tekrar yakalamak için III. Selim’in başlattığı yenilikçi akımın en önemli hükümdarı olan II. Mahmut, padişah olduğu dönemin son derece olumsuz ve talihsiz koşullarına karşın, pek çok yeniliği gerçekleştirdi ve tanzimat hareketinin daha sonra da genç Türkiye Cumhuriyeti’nin giriştiği çağdaşlaşma gayretinin zeminini oluşturdu. Padişahın, burada anlattığım Gelibolu seferinde çağın ileri teknolojisinin sembolü olan buharlı bir gemiyi kullanmış olması ve daha önceki hükümdarların yapmadığı kadar halkına yaklaşarak onların dertlerine kulak vermesi ve yaptığı yeniliklerin tebaası tarfından nasıl karşılandığını yerinde incelemesi o zaman için devrim niteliğinde etkinliklerdi.
Gelbolu Rüzgarı’nda daha önce yayınlanmış yazı ve öykülerimde olduğu gibi, bu yazı da çoğu gerçek olaylara dayanmakla beraber kurmaca bölümler de içeren bir çalışmadır. Dolayısı ile bu yazım, tarihi olayların ayrıntılarını öğrenmekten çok, o günlerin ruhunu hayal etmek niyeti ile okunur ise, yazıyı yazmaktaki amacıma ulaşmış olurum.