Thursday, December 10, 2015

Buharla Gelen Padişah

Günümüzden 184 yıl önce İstanbul limanını gözünüzde canlandırabilir misiniz? 22 Zilhicce 1246, yani hicri takvim ile 3 Haziran 1831 tarihindeyiz. Bilindiği gibi, Kurban Bayramı’nın içinde olduğu aya Zilhicce ayı denir, hicri-kamerî ayların 12’ncisidir. Her senenin Kurban Bayramı’ndan önceki ilk dokuz günü ve Kurban bayramının ilk günü olmak üzere tam on gün ‘leyâli-i aşere’, yani ‘on mübarek gece’dir. Bu hesapla, o yılki Kurban Bayramı, hayâl ettiğimiz günden dokuz gün önce bitmiş oluyor. İstanbul’da baharın simgesi olan erguvanlar o yıl da bayrama kadar dayanamamış. Bayramı, gelişerek pembe çiçeklerini örten yeşil yaprakları ile karşılamışlar. Gelecek yıl İstanbul, Kurban Bayramı’nı erguvan cümbüşü ile karşılayacağı kesin ama, şu sırada artık erguvanlardan eser yok. O gün, her ne kadar İstanbul boğazının girişindeki yamaçlarda erguvan ağaçlarının gösterisi sona ermiş olsa da, liman ve çevresinde olağanüstü bir hareketlilik var. Galata ile Sarayburnu arasında, Haliç’in girişinde, Salacak önlerinde, Ortaköy’den Tophane’ye kadar olan rıhtım açıklarında yüzlerce irili ufaklı tekne toplanmış. Bütün bu yelkenlilerin arasında bir tanesi var ki, diğer büyük teknelerin arasında ilk bakışta hemen dikkat çekiyor. O zamanların deyimi ile, bu ‘yüzen kale’, Osmanlı donanmasının amiral gemisi Mahmudiye Kalyonu’dur ve o gün Beşiktaş önlerinde, Kaptan-I Derya Barbaros Hayrettin Paşa Türbesi’ne karşı demirlemişti. Üç direkli, üç güverteli ve 128 topu bulunan bu gemi, Sultan IInci Mahmut’un isteği üzerine gemi mühendisi Mehmet Kalfa tarafından Kasımpaşa Tersanesi’nde 1829 yılında yapılmıştı. Padişah, bu gemiyi, 1827 yılında Osmanlı donanmasının Navarin’de uğradığı bozgun sonunda halkın bozulan moralini tekrar yükseltmek için inşa ettirmişti. Padişah, bu muradına büyük ölçüde erişti. Ortaya çıkan bu görkemli sefine, yapıldığı dönem için dünyanın en büyük savaş gemisi idi ve uzun yıllar bu ünvanını korudu. Pruvasındaki kükreyen aslan figürü, özel günlerde üç direğinden her birinin tepesine çekilen büyük boy bayraklar ve en arkadaki direğinden dümen bölümüne sarkıtılan halata toka edilen 15 metre boyundaki al yıldızlı muhteşem sancak, gerçekten de Osmanlı halkının göğsünü gururla kabarmayı başarıyordu.

Mahmudiye Kalyonu

Ancak, Mahmudiye’nin bütün bu çalım ve görkemine karşın, Cihangir, Teşvikiye, Yıldız, Üsküdar, Salacak yamaçlarını ve sahilleri doldurmuş ahalinin merak ve dikkatinin odağı başka bir tekne idi. Bu, limandaki diğer gemilerden farklı görünüşlü, çoğu İstanbullu’nun daha önce görmediği türden bir sefine idi. Pruva direğinde yelken donanımı bulunduğu halde, toka edilmiş yelkeni olmayan bu zarif tekneyi diğerlerinden ayıran iki belirgin özelliği vardı. Biri, gövdesinden yükselen uzun bir bacasının olması, diğeri de her iki yanında, su değirmenlerinde görülen su dolaplarını andıran birer çark bulunması idi. Bu, yandan çarklı bir buharlı vapurdu. 1826 yılında İngiltere’de inşa edilmiş olan bu gemi, iki yaşında iken IInci Mahmut tarafından İngilizler’den satın alınmış ve Swift olan orijinal adı, Osmanlı devletinin malı olunca Sürat olarak değiştirilmişti. Buharla çalıştığı için halk arasında ‘Buğ gemisi’ olarak anılmakta ve zerafeti nedeni ile İstanbullular’dan geniş sempati toplamakta idi. Hatta bu gemi ile ilgili olarak, içinde ‘marifetli çarh gemisi, İngiliz'den gelir iyisi’ sözleri geçen ve o günlerde popüler olan bir halk türküsü bile yakılmıştı. Sürat, bir gün önceden Beşiktaş ile Ortaköy arasındaki Çırağan Sarayı’na getirilmiş ve sarayın rıhtımına bağlanmıştı. Sözünü ettiğimiz günde, kaptanı Mr. Kelly’nin yönetiminde tekmil mürettebatı ile sefere çıkmak üzere hazır beklemekte idi.


Sürat Gemisi

O gün Cuma namazını Beşiktaş’ta kılan padişah Sürat Gemisi’ne geçerek Marmara Denizi’ne açıldı. Buharlı sefine ve ona refakat eden on beş donanmayı hümayun teknesi limandan çıkarken Osmanlı topçusu hükümdarın filotillasını Kızkulesi, Sarayburnu, tersane ve tophanenin her birinden atılan yirmibir pare topla uğurladı. Donanma, Cumartesi günü sancak tarafında Ganos Dağı eteklerinde Şarköy’ü geçtiğinde akşam yaklaşmakta idi. Bir saat daha yol alındıktan sonra, saat dokuz civarında, gemilerden bakıldığında Gelibolu’daki Namazgah tepesinde yakılmış üç büyük ateş görünmeye başladı. Sürat gemisi ve donanmadaki diğer büyük gemilerin güvertelerinde de büyük meşaleler yanıyordu. Namazgah tepesinde Padişahın gelişini beklemekte olan gözcüler gemilerin meşalelerini seçmeye başlar başlamaz, önceden hazırlamış oldukları diğer iki kuru dal yığınını da tutuşturdular. Donanma gözcüleri, uzaktan izledikleri üç ateşin birden beşe çıkması ile doğru rotada olduklarını ve karşılama hazırlıklarının eksiksiz yerine getirildiğini anladılar. Saat on olduğunda Sürat gemisi ve donanmadaki diğer gemiler Gelibolu sahilinin beşyüz metre kadar açığında demirlediler. Ön tarafında iki meşale bulunan onaltı kürekli büyük bir filika kıyıdan ayrılıp hızla Sürat’e ulaştı. Filika ile gelen Kal’a-i Sultâniyye (Çanakkale – Çimenlik Kalesi) Muhâfızı Salih Paşa idi. Filika yandan çarklı gemiye yanaşır yanaşmaz, Paşa yaşından ve cüssesinden beklenmeyen bir çeviklikle Sürat’ten sarkıtılan borda merdivenini tırmandı ve küpeşte kapısında bekleyen Kaptan Kelly’i selamladıktan sonra hemen saltanat bölmesine yöneldi. Sultan Mahmut iki adet büyük ve kandilli avizenin aydınlattığı salonda üzerine bordo renkli atlas kumaş örtülü bir koltukta oturuyordu. Paşa, eğilerek salona girdi ve padişahın kendisine doğru yaptığı el işareti ile kendisine yaklaştı ve diz çökerek sultanın atlas örtüsünün kenarını üç kez öperek başına götürdü. Mahmut’un ikinci işareti ile konuşmaya başladı; “Padişah-ı zemân ve şehen-şâh-ı devrân, mâlik-evreng-i saltanat ve veliyyü’n-ni’met efendimiz hazretleri, Edirne Vilayeti Gelibolu Sancağı’na hoş gelmiş sefalar getirmişsiniz sultanım”. Padişah, Paşa’nın bu saygı ziyaretine birkaç gönül alıcı sözle karşılık verdi. Vakit ilerlediği ve dinlenmek arzusunda olduğundan Paşa’yı fazla tutmayarak kıyıya dönmesini sağladı. Gelibolu ahalisinin büyük bir kısmı geceyi sahilde yakılmış yüzlerce meşalenin altında, kıyıya oldukça yakın demirlemiş Sürat gemisi ve donanmayı humayun’a ait diğer sefineleri izleyerek sabahı bekledi.   

Pazar günü sabahı gün ışıdığında, Padişah’a eşlik ederek İstanbul’dan gelmiş bulunan paşalar, saray görevlileri, muhafız alayı ve mızıka takımı kendilerini getiren teknelerden ayrılan filikalarla kıyıya çıkmış ve topluca sabah namazını kılmışlardı bile. Geceyi kıyıda geçiren ahaliye, sabah evlerinden gelen halk da katılınca bütün Gelibolu sahile boşalmış oldu. Kıyıda, Peksimethâne iskelesi önünde, padişahı bekleyenler arasında Rikâb-ı Hümâyûn Ağaları, Kapıcılar Kethudâsı Nuri Paşazâde Mehmet Bey, Hademe-i Hassa ve Asâkir-i Hassa, miralaylar, binbaşılar, Hasahur Hademeleri ve saray ahırları sorumlusu Mehmet Ağa görünüyordu. Bir önceki akşam Salih Paşa’yı Sürat gemisine getirip götüren büyük filika yeniden Sürat’e yanaşmış, burdosuna al atlas kumaşlar sarkıtılmış, ortasına yerleştirilen uzun bir direğe de padişahın sancağı çekilmişti. Güneşin Anadolu yakasındaki tepeler üzerinden yarım mızrak boyu yükseldiği sırada, sahilde bekleyenler çarklı geminin güvertesine üç Mızıka-i Humayûn neferinin çıkıp yan yana dizildiğini gördüler. Neferler ellerindeki borazanları kaldırırken filikadaki kürek erleri de ayağa kalkıp kürekleri havaya diktiler. Kıyıdaki mızıka takımı da anında hazırola geçti. Borazan neferlerinin çaldığı ti ile Sürat’in güvertesinin ortasında bulunan saltanat dairesinin kapıları açıldı ve 30uncu Osmanlı Padişahı, 109uncu Halife, Sultan ‘Adli’ II. Mahmut güverteye çıktı. O anda, Peksimethâne’nin önünde sıralanmış dört kös gümbürdemeye, bunların etrafına yerleşmiş mızıka da, en yüksek perdeden ‘Ceddin Dede’ marşını çalmaya ve bir ağızdan okumaya başladı. Sultan, bordo merdiveninden filikaya inerken sahile yığılmış bulunan ahali de, tekmil Osmanlı mülkünün sahibi, bütün Osmanlı tebaasının yanında dünya Müslümanları’nın tamamının koruyucusu ve efendisi padişahlarını uzaktan da olsa görebilmenin heyecanı ile avazları çıktığınca ‘Padişahım çok yaşa’ diye haykırıyordu. Sultanı taşıyan filika beş altı dakikada kıyıya ulaştı. II. Mahmut dizlerinin bir karış yukarısına kadar inen önü sırma işlemeli turkuaz mavisi ipekli bir mintan giymişti. Belinde sırmalı bir kemer vardı. Kendisinden önceki padişahların giymediği beyaz pantolonu batı uygarlığına duyduğu sempatiyi yansıtıyordu. Mintanının üstünde koyu lacivert bir pelerin vardı. Boynunda, nerede ise ‘el kadar’ denebilecek, değerli taşlarla kaplı, üst tarafında ay ve yıldız, altında yedi kollu güneşin ortasına yerleştirilmiş tuğrasından oluşan bir nişan taşıyordu. Üzerinde çok uzun beyaz bir sülün tüyü bulunan bordo kırmızısı fesi kıyafetini tamamlamakta idi. Rıhtımda padişahı bekleyenler arasında, yukarıda sayılanlardan başka, Çirmen Valisi Hüseyin Paşa, Çanakkale Muhafızı Salih Paşa ve eski Gelibolu Ayanı Hasan Bey’in kardeşi Kalyonizade Ahmet Bey de vardı. Padişah rıhtıma çıkar çıkmaz, kendisini bekleyen zevattan protokol açısından en kıdemli olan onbeş yirmi kişi sırayla hünkârın önünde diz çöküp pelerininin eteğini öptüler. Padişahın yanına, bembeyaz bir arap atı getirildi. Atın üzerine eğer altlığı olarak kenarları sırmalı al bir çuha atılmış, üzerine altın kakmalı bir eğer bağlanmıştı. II. Mahmut, bir seyisin iki elini birleştirerek oluşturduğu basamağı kullanarak atın sırtına oturdu. Yakın korumaları pelerinini düzgün durması için düzelttiler. Bu sırada mızıka daha oynak parçalara geçmiş, ahali padişahı daha da yakından görebildiği için iyice çoşmuş idi. Beyaz atın başının iki tarafında duran hassa muhafızları dizginleri çekerek şehrin üst mahallelerine çıkan yolun iki tarafına dizilmiş diğer muhafızların arasından ilerlemeye başladılar. Padişahı karşılamaya gelmiş olan devlet erkanı ve yerli ileri gelenler de sultanın ve onun önünde ilerleyen mızıkanın ardına düştüler. Kortej bu şekilde Kalyonizade Ahmet Bey’in konağına kadar geldi. Padişah orada, konağın kapısındaki üzeri al atlas ile örtülü binek taşına basarak attan indi. Günün geri kalan kısmı, şehirde kalacağı sürece ikametine tahsis edilmiş olan bu konakta padişahın, saygılarını sunmaya gelen Gelibolu eşrafını kabülleri ile geçti.

Ertesi gün ev sahibi Ahmet Bey padişahı ağabeyi Hasan Bey’in çiftliğine götürdü. İki saati aşan bu yolculuğu padişah beyaz atının üzerinde, atın dizginlerini tutarak yol gösteren Ahmet Bey de yaya olarak yaptılar. Tabii, padişaha refakat eden hassa muhafızları ve kalabalık bir grup zevat ta arkadan gelmekte idi. Rivayet olunur ki, yolun o kadar uzun olacağı konusunda bilgilendirilmemiş olan II. Mahmut çiftliğe ulaşmadan sıkılmaya başlar ve bir ara önünde yürümekte olan Kalyonizade’ye “Daha gelmedik mi, Ahmet?” diye seslenir. Ve o anda Ahmet Bey’in dudakları uçuklar. Çok şükür, padişahın sıkıntısı Ahmet Bey için daha da ciddi bir akıbete neden olmaz ve az sonra çiftliğe ulaşırlar ve padişah da çiftliğin önünde kendisini görmeye gelmiş köylülerin sevgi gösterilerinden memnun kalarak keyifli bir gün geçirir.

Sultan II. Mahmut bir sonraki gün Bolayır’a giderek Rumeli fatihi Süleyman Paşa’nın türbesini ziyaret etti. Yolculuğu sırasında ve Bolayır’da köylülerle ve yerel yetkililerle sohbet etti. Bir Osmanlı padişahının sıradan köylülerle ve alt kademelerde kamu hizmetlileri ile sohbet etmesi daha önce duyulmuş görülmüş şey değildi. Bu gezide ve diğer vesileler ile sergilediği bu davranışlar II. Mahmut’a hükümranlığı sırasında tebaasının hayranlığını kazandırdı. 

O yıllarda Gelibolu’da Müslümanların yanında yaşayan çok sayıda Hristiyan (Rum ve Ermeni) ve Musevi tebaa vardı. Mahmut, daha ertesi gün şehirde yaşayan bu farklı etnik toplulukların ileri gelenlerini kabul ederek dertlerini dinledi. Gelibolu’da değişik tesisleri gezdi, pek çok çeşme, hamam, cami ve okulun tamire muhtaç olduğunu saptayıp bunların elden geçirilmesi için talimat verdi ve kaynak tahsis ettirdi.

Sultan II. Mahmut, amcası III. Selim ile beraber defalarca İstanbul’daki Galata Mevlevihanesi’ne giderek oradaki etkinliklere katılmış ve zaman içinde kendisi de Mevleviliğe karşı sempati geliştirmişti. Gelibolu’da bulunduğu sırada da dünyanın en büyük Mevlevihanesi olduğu söylenen bu dergahı ziyaret etme fırsatını kaçırmadı. Bu ziyaret sırasında İsmail Ağa, Suyolcuzade Salih Efendi, Hammamizade İsmail Dede Efendi ve Müezzin Abdi Efendi gibi zamanın diğer ünlü bestecilerinin hazır bulunduğu sema gösterisine izledi.

 
10 Haziran günü cuma namazını Eski Cami’de kıldı ve Cuma selamlığına çıktı. Camiye at üzerinde ve hassa alayı refakatinde ve top atışları ile gidip dönen padişah, daha sonra tekrar Peksimethane İskelesi’ne gelerek oradan yine filika ile Sürat Gemisi’ne geçti ve Çanakkale’ye doğru hareket etti. Ertesi sabah Çanakkale’ye varan II. Mahmut , daha sonraki günlerde Sarıçay kenarındaki Çınarlık mesire yerini, şehir dışındaki tabyaları, Kilitbahir Kalesi’ni ve Kilitbahir Köyü’nü, Seddülbahir Kalesi’ni, Bozcaada’yı ve Nara Burnu civarındaki Zuhuri Baba türbesini ziyaret etti. 17 Haziran’da tekrar Gelibolu’ya dönerek bu kez Bolayır ve Keşan beldeleri üzerinden karadan Edirne’ye gitti, oradan da İstanbul’a döndü. 

Osmanlı’nın Batı uygarlığının gerisinde kaldığını fark etmesi ile Avrupa ülkelerini tekrar yakalamak için III. Selim’in başlattığı yenilikçi akımın en önemli hükümdarı olan II. Mahmut, padişah olduğu dönemin son derece olumsuz ve talihsiz koşullarına karşın, pek çok yeniliği gerçekleştirdi ve tanzimat hareketinin daha sonra da genç Türkiye Cumhuriyeti’nin giriştiği çağdaşlaşma gayretinin zeminini oluşturdu. Padişahın, burada anlattığım Gelibolu seferinde çağın ileri teknolojisinin sembolü olan buharlı bir gemiyi kullanmış olması ve daha önceki hükümdarların yapmadığı kadar halkına yaklaşarak onların dertlerine kulak vermesi ve yaptığı yeniliklerin tebaası tarfından nasıl karşılandığını yerinde incelemesi o zaman için devrim niteliğinde etkinliklerdi.

Gelbolu Rüzgarı’nda daha önce yayınlanmış yazı ve öykülerimde olduğu gibi, bu yazı da çoğu gerçek olaylara dayanmakla beraber kurmaca bölümler de içeren bir çalışmadır. Dolayısı ile bu yazım, tarihi olayların ayrıntılarını öğrenmekten çok, o günlerin ruhunu hayal etmek niyeti ile okunur ise, yazıyı yazmaktaki amacıma ulaşmış olurum.
 

Wednesday, September 23, 2015

POSTALSIZ YÜZBAŞI

(GELİBOLU RÜZGARI dergisinin Eylül 2015 sayısında yayınlanan kısa hikayem)


Nikolay Petronoviç, Saratov gemisinin küpeştesine dayanıp altıyüz metre kadar yaklaşmış oldukları kente ilk kez baktığında, beş yıl önce kırk kilometre kadar daha batıda, Anafartalar köyü yakınında Avusturalya ve Yeni Zelanda birlikleri ile Osmanlı kuvvetleri arasında yaşanmış olan büyük boğazlaşmaya destek veren İngiliz donanmasının topları ile hayli hasar görmüş olan Gelibolu, yıkık dökük binaları ile, bir süre konuk edeceği bu yabancıya hiç de sevimli bir görüntü yansıtmıyordu. Daha bir aydan kısa bir süre önce Kırım’da Bolşevik devrimci güçlerine yanilerek ülkerelerini terk etmek zorunda kalmış olan yüzelli bin Beyaz Rus kitlesinin bir parçası olarak Saratov ile Gelibolu’ya gönderilen otuzbin kişilik kafilenin içinde, 22 yaşında genç bir subay olarak yer alan Nikolay, her şeye rağmen, çok zor koşullar altında yaşamak zorunda kaldığı gemiden kurtulup karaya ayak basacağı için tanrıya şükretti.

O 26 Kasım 1920 günü Gelibolu’ya ulaşanlar zorla ayakta durabilen, haftalardır süren açlıktan avurtları çökmüş perişan bir kafileydi. Nikolay, rıhtıma çıktıklarında Fransızlar’ın dağıttığı kişi başına düşen bir buçuk somun ekmek ve yarım kavanoz et konservesini bir lokmada gövdeye indirdi. Gelenler karaya çıktıktan kısa bir süre sonra şehrin altı kilometre batısında, bugün Münip Bey Çifliği’nin olduğu yerde, kurulu kampa yerleştirildiler. Kafilenin içinde, Bolşeviklere karşı Çarlık düzenini savunmak üzere Beyaz Rus ordusuna katılmış gönüllü asker ve subaylar yanında, bunların eşleri, çocukları, bazı yaşlı aile fertleri ve çeşitli askeri okulların öğrencileri de vardı. Çoğu sobasız ve ocaksız çadır ve barakalara yerleştirilen gelenler, Rusya’daki gibi serin bir iklimden geldikleri halde kasım ayı sonlarında Gelibolu’yu etkisi altına alan keskin ayazdan etkileniyor, zaten bağışıklık sistemleri zayıflamış olanlar hasta düşüyordu.

Büyük savaşın Osmanlılar açısından bitmesi için imzalanan Mondros ateşkes anlaşması uyarınca Gelibolu Fransız işgali altına girmişti. Ancak, Yunanlılar Gelibolu’yu işgal etme konusunda Fransızlar’dan daha iştahlı olup onlardan önce, 4 Ağustos’da, karaya çıkarak şehrin denetimini devralmışlardı. Aslında, Yüzbaşı Nikolay ve diğer 30,000 kadar Beyaz Rus’un Gelibolu’ya geldikleri günlerde Anadolu ve Trakya’da güç dengeleri gün be gün değişmekte idi. 1917’de komunist devrimini başlatan Bolşeviklere karşı mücadelelerini kaybeden Beyaz Ruslar, Birinci Dünya Savaşını kazanmış olan devletlerin (İngiltere, Fransa, Yunanistan, ABD, vs.) savaştaki müttefikleri olduklarından himaye altına alınmışlar ve kaçmak zorunda kaldıkları ülkelerinden çıktıktan sonra geçici olarak, İstanbul, Gelibolu ve Limni adasına yerleştirilmişlerdi. Öte yandan, Osmanlı kuvvetlerine karşı büyük savaşı kazanmış olan devletler Anadolu’yu bölüşmeye geldiklerinde, Türk halkının postu kolay teslim etmeye hazır olmadığını gördüler. Mustafa Kemal’in öncülüğünü yaptığı Türk Ulusal Hareketi, mücadelesine destek olmaları için Rusya’da Sovyetler ile ilişkileri ilerletmekte idi. 17 Ağustos’da Mustafa Kemal’in görevlendirdiği bir heyet Moskova’da Sovyetler ile işbirliği görüşmelerine başlamıştı. Beyaz Ruslar’ın Gelibolu’ya varmasından kısa bir süre önce külçe altın halinde ilk parti Sovyet yardımı Erzurum'a gelmiş ve Türk Ulusal Hareketi kuvvetleri tarafından teslim alınmıştı. Yine kısa bir süre önce, Sovyetler’in Rusya’nın Tuapse limanından gönderdiği ilk savaş malzemeleri de Trabzon'a ulaşmıştı. 4 Ekim’de ilk Sovyet elçilik heyeti Ankara’ya gelmiş, Ali Fuat Paşa da Ankara hükümetini temsilen Moskova büyükelçiliğine atanmıştı. Buna karşın, Gelibolu’daki Beyaz Rus kolordusundaki bazı subayların Mustafa Kemal’in ordusuna katılma niyetleri öğrenildiğinde bu subaylar bizzat kolordu komutanı General Kutepov tarafından diğer askerlerin önünde sille tokat dövüldü (s 22). Uzun lafın kısası, Beyaz Ruslar Gelibolu’da kendi müttefikleri tarafından geçici olarak himaye altına alınmışlar, buna karşılık ülkenin vatanseverleri galip devletlere baş kaldırarak Beyaz Ruslar’ın can düşmanı Bolşeviklerle yakınlaşmakta idiler. Ruslar’ın Gelibolu’da ne kadar kalacakları ve Anadolu’da başlayan Ulusal Hareket’in başarıya ulaşması durumunda akıbetlerinin ne olacağı meçhul idi.  



Rus askerlerin çoğunun, hatta subayların bazılarının ayaklarına giyecek ayakkabı veya postalları yoktu. Ancak, en azından bu durum nedeni ile yerel halktan utanmaları gerekmiyordu. Çünkü, Gelibolu’nun yerli ahalisinin büyük çoğunluğu da ayakkabı alamayacak kadar yoksuldu. Yüzbaşı Nikolay’a ancak Gelibolu’dan ayrılacağına yakın bir çift postal verilebildi.

Kasım ayının iliklere işleyen soğuğuna karşın, 1921 yılının ilk haftası Gelibolu’da hava, ocak ayında beklenmedik şekilde ılık ve rüzgarsız idi. Nikolay, diğer genç subaylarla zaman zaman şehre inip çarşıda gezinme fırsatı buluyordu. Bu şehir gezileri sırasında kırmızı ponponlu beyaz bereleri ile gezen Fransız danizcilerine, kapkara Senegalli askerlere ve süslü üniformaları ile dolaşan Yunan polislerine rastlıyordu. Nikolay, kamptan iki arkadaşı ile o hafta içinde bir gün şehre indi. Limana indiklerinde Artemida gemisini gördüler. Bir süre önce Fransızların da baskısı ile, Beyaz Ordu nefer ve subaylarına, isteyenlerin askerlikten ayrılıp ‘mülteci’ statüsüne geçebilecekleri, bunların da Avrupa ülkelerine giderek iltica hakkı talep edebilecekleri söylenmişti. Ne yazık ki, bu seçimi yapıp Avrupa’ya giden ilk kafileyi hiçbir ülke kabul etmemiş ve Artemida ile geri dönmüşlerdi.

1921’in mart ayına gelindiğinde, Gelibolu’daki Rus varlığı, ilk geldiklerindeki karmakarışık ve düzensiz görüntülerini hayli aşmış, dışarıdan bakıldığında çok daha disiplinli ve düzenli bir izlenim veriyordu. Nikolay o gün tabur komutanı tarafından şehre gönderilerek General Georgiyeviç’in evine uğrayıp Almanca kursunda kullanılmak üzere bazı kitapları ödünç istemekle görevlendirilmişti. Generalin kaldığı eve giden yolun üzerinde servi ağaçlarının çevrelediği, kıyısında fıskiyelerin yer aldığı büyükçe bir süs havuzu vardı. Havuzun başında yirmi otuz Senegalli asker durmuş binek katırlarını suluyordu. Nikolay, bir iki dakika bu renkli manzarayı izledikten sonra generalin az ilerdeki evine yöneldi. Eve vardığında bahçe kapısı aralık olduğu halde içeri girmeyerek dışarıdan seslendi; ‘Sayın Generalim!’. Kısa bir sessizlikten sonra, iki katlı evin arka tarafından dolanarak gelen genç bir kız Nikolay’a yaklaştı ve üç adım kadar uzağında durdu. Gelibolulu Türk kadınların sürekli baş örtülü, hatta çoğunun çarşaflı olup bütün erkeklere karşı ürkek davranışlarını bilen Nikolay, başı açık bu kızın generalin ailesinden olabileceğini düşündü. Ancak, kız bozuk bir şive ile Rusça “Jeneral yok ” deyince yanıldığını anladı. “Ne zaman döner?” diye sordu Nikolay. Kızın yüzündeki ifadeden sorulanı anlamadığı belli idi. Delikanlı, çaresiz, geri dönmesi gerektiğini düşündü. Ancak genç kızın güler yüzü ve sıcakkanlı davranışından yüreklenerek sordu; “Senin adın ne?” Sarışına yakın kumral saçlarını iki kuyruk şeklinde örmüş olan kız bu kez sorulanı anladı; “Kalliyope” diye yanıtladı. Nikolay, gülümsedi ve kendini işaret ederek “Nikolay” dedi. İki genç bir iki saniye birbirlerine baktılar sonra delikanlı elini hafifçe ‘hoşça kal’ anlamında kaldırdı ve arkasını dönüp uzaklaşmaya başladı. Elli metre kadar gidip sokağın köşesine geldiğinde durup geriye baktı. Kalliyope hala bahçe kapısında idi ve arkasından ona bakıyordu. Bu kez genç kız aynı şekilde elini kaldırdı. Nikolay bir an durdu sonra köşeyi dönüp çarşıya doğru yöneldi. 1917 yılının ekim ayında patlak veren Bolşevik devriminden bu yana Kırım ve Ukrayna’da, Çarlık düzeninin tekrar yerine kurulması için, çoğu gönüllülerden oluşan Beyaz Rus ordusunda, Sovyetlere karşı olduğu kadar açlık, hastalıklar ve sefalet ile de mücadele ettiği son dört yıl içinde karşı cinsten kimse ile yakınlaşmamıştı. Gelibolu’da yaşamı bir az olsun sakinleşip en azından ölüm korkusundan kurtulmuş olmasına rağmen yoksulluk ve geleceği ile ilgili belirsizlik Nikolay’ı hayli bezdirmişti. Tam da bu ruh hali içindeyken genç ve güzel bir kızın kendisi ile ilgilenir görünmesi genç subayı etkilediği kesin idi.

Haziran ayı yarılandığında Gelibolu çevresindeki ekin tarlalarında buğday hasadı başladı. Herhangi bir ödenek veya maaşları olmayan Rus erleri ve hatta bazı subaylar üç beş kuruşluk cep harçlığı için hasatta çalışmaya başladılar. Nikolay da bir kaç gün orak biçmeye gitti. Uzaktan bakıldığında daha uzun bir süredir güneş altında çalışıyor olmaları nedeni ile daha esmer görünen Türk çiftçiler arasında genellikle sarışın ve beyaz gömlekli Ruslar hemen ayırt ediliyordu. Rus askerler yalnız çitçilere değil zaman zaman Rum balıkçılara da yardımcı oluyordu. Sahilde ağ çeken balıkçıların arasına karışmış tek tük Rus askeri görmek artık pek şaşırılacak bir şey olmaktan çıkmıştı. Türk ahalinin Ruslara karşı tutumu da oldukça dostane ve misafirperver idi. Az da olsa, bazı varlıklı Türklerin, Rus ailelerden bazılarını evlerinde konuk ettikleri dahi görülüyordu. Yerli halkın bu konukseverliğini erken keşfeden Rus erleri, özellikle, Gelibolu’ya ilk geldikleri ve yeterli gıda bulamadıkları kış aylarında akşamları şehrin kıyısındaki Türk konaklarına kadar gelip camları tıklatarak pencereye çıkan konak sahiplerinden “khleb, khleb” diye ekmek isterlerdi.

Nikolay’ın Gelibolu’da geçirdiği yaşamından hafızasında yer eden en canlı anılardan biri de yaz sonuna doğru şahit olduğu bir Rum defin işlemi sırasında gördükleri oldu. O gün, şehrin kıyısındaki küçük bir Rum mezarlığının yanından geçerken, ağlamakta olan yaşlı bir Rum kadını ve onu teselli etmeye çalışan bir papaz gördü. Defnedilen, kadının son yakını idi ve o yıllarda Gelibolu’da tifodan sonra en çok can alan veremden ölmüştü. Rum mezarlığı küçük bir Müslüman türbesinin hemen bitişiğinde idi. O sırada, türbenin Rum mezarlığına göre diğer tarafındaki servi ağaçlarının altında bir kaç Rus asker oturmuş, Rum mezarlığındaki definden habersiz, biri gitarıyla hafifçe eşlik ederken bir diğeri de şaşılacak güzellikte bariton fakat yumuşak sesiyle popüler bir Rus halk şarkısını, Katyuşa’yı, söylüyordu.

Çiçeklenmiş tüm ağaçlar.
Kıvrım kıvrım yükselir sis.
Katyuşa kıyıya koşar,
Kıyı sarptır, kıyı sessiz.

Koşar da bir türkü tutturur
Bozkırların kartalına, 
Yüreği onun için çarpar durur,
Taşır mektuplarını göğsünde
Uç türkü, ışığa katıl ve uç,

Parlayan güneşe doğru.
Sınırımızda nöbet tutan mert yürekli askere götür
Pırıl pırıl bir selam Katyuşa'dan.
Götür ki unutmasın hiç,

Yârinin sesini kulağında çınlayan,
Söyle göz kulak olsun memlekete,
Katyuşa’nın aşkına olan sadakatı gibi.

Bu tuhaflık yetmiyormuş gibi, tam da bu sırada biraz uzaktaki minarenin şerefesine çıkmış bulunan müezzin yanık sesiyle ikindi ezanını okumaya başladı. 1921 yılında Gelibolu’da iç içe geçmiş farklı kültürler, inançlar ve etnik kimlikler çok ilginç bir mozaik oluşturuyordu.

Aylar geçiyor, sonbahar yaklaşıyordu. Gönüllü Beyaz Rus Ordusu’nun kumandanları, askerler arasında Rusya’ya tekrar geri dönme umudunu canlı tutmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı. Bu faaliyetlerden biri de, kampta haftada birkaç gün tekrarlanan ve adına ‘sesli gazete’ denen konferanslardı. Bu toplantılarda, bin kadar asker büyükçe bir mekana toplanıyor, ordudan bir subay belli bir konuda konuşma yapıyor ve askerlerin moralini tazelemeye çalışıyordu. Buna rağmen, Gelibolu’ya gelen asker ve subayların yaklaşık yüzde otuzu bir kaç ay içinde ‘mülteci’ statüsüne geçerek ordudan ayrıldı. Kalanların önemli bir kısmını bir arada tutan unsur, günün birinde Rusya’ya dönüp monarşiyi tekrar yerine yarleştirmek için Bolşeviklerle tekrar savaşa tutuşmaktan çok, gidecek bir yerleri olmaması idi.

Ağustos sonuna doğru, Fransızlar Rus ordusunu beslemeye devam etme konusunda isteksizliklerini belli etmeye başladılar. Ruslara verilen yiyecek miktarı azaltıldı, mülteci statüsüne geçerek uzak ülkelere gitme konusunda davetler arttı. Ancak, bu davetleri kabul edecekleri nasıl bir akıbetin beklediği hakkında bilgi ve en ufak bir garanti yoktu.

Nikolay’ın Gelibolu ile ilgili az sayıdaki güzel anılarından biri de, yine kamptan subay arkadaşları ile çıktığı Gelibolu Feneri ve civarındaki gezintiler idi. Özellikle yaz akşam üstlerinde şehrin Rumları, Fransız subayları ve eşleri, Yunan askerleri ve Rus ordusundan yüksek rütbeli subaylar ve aileleri Fener ve civarında gezinti yapıyorlardı. Bu kalabalığın arasında az da olsa Müslüman Türk, Ermeni ve Yahudi de görmek mümkündü. O sıralarda Mustafa Kemal’in askerleri batı Anadolu’da işgalci Yunan ordusu ile çarpışmakta olduğu halde, Gelibolu’daki Türk ve Rum ahali arasında belirgin bir husumet görünmüyordu. Fener civarında yapılan bu gezintilerden birinde Nikolay ailesi ile dolaşmaya çıkmış Kalliyope ile karşılaştı. İki gencin birbirlerini görmeleri ile heyecanlandıkları belli olmakla beraber uzaktan bakışmaktan başka yapacak şeyleri yoktu. Genç subay, usulünce tanıştırılmamış olduğu genç kıza ailesinin yanında yaklaşmaya cesaret edemedi,

Sonunda Nikolay, 30 Ağustos 1921 günü büyük bir Rus kafilesinin içinde Reşid Paşa adlı gemi ile İstanbul üzerinden Bulgaristan’a gitmek üzere Gelibolu’dan ayrıldı. Gemi Şengün Hamamı açıklarından geçerken şehrin denize bakan evlerinin hemen hepsinin bahçe ve pencerelerine çıkmış ahali uzaklaşan Rus gönüllülerini salladıkları beyaz mendiller ve hatta yer yer büyük beyaz örtülerle uğurluyordu. Nikolay, o kalabalığın içinde kumral örgülü saçları ve ıslak gözleri ile kocaman bir beyaz mendil sallayan Kalliyope’yi de seçebildiğine yemin edebilirdi.


 

Monday, June 8, 2015

1966 Ford Mustang

Efsane otomobil Ford Mustang Ağustos 1964’de Amerika’da satışa çıktı. 1966 yılının sonbaharında biri vişne çürüğü diğeri lacivert ve’convertible’ iki Mustang İzmir Birinci Kordon’daki bir galerinin vitrininde boy göstermişdi. Sınıf arkadaşım Esen ile defalarca Alsancak’da bu otomobilleri görmeye gittiğimizi anımsıyorum.  Doğal olarak, öğrenci bütçesi ile geçindiğimiz o yıllarda böyle bir araca sahip olmak, kurmaya bile cesaret edemiyeceğimiz bir hayaldi.

Aradan yıllar geçti, koşullar değişti. 1973’de Ohio State Üniversitesi’nde Master çalışmama başlamak üzere Amerikaya gittiğimde 1960’lı yılların Mustang modelleri artık ikinci el olarak satılıyordu.  Ancak, 1965 ve 1965 modelleri, aradan geçen kısa süreye rağmen otomobil kolleksiyoncularının gözdesi olmuşdu.  Ben de, Birinci Kordon’da aşık olduğum bu ‘vahşi at’tan, kullanılmış da olsa, bir tane edindim.
On beş yıl yaşadığım Birleşik Devletler’de daha sonra iki Mustang’ım daha oldu (1975 ve 1980 modeller). Bu gün de çalışma masamın üzerinde gençlik aşkımın küçük bir modeli bulunuyor.

Friday, May 15, 2015

Büyük Dedemin Oyunları Yayınlandı


Türkiye’nin komedi türünde ilk tiyatro oyunu yazarı, büyük dedem (annemin dedesi) Feraizcizade Mehmet Şakir’in bilinen 6 oyunu Bursa Osmangazi Belediyesi Tarafından bir takım olarak yayınlandı. 

Eserleri kitapçılardan veya kütüphanelerden temin etmek isteyen ler için ISBN numaraları şöyle;

 

Hayatı, Sanatı ve Eserleri

ISBN 978-605-85285-7-4

Bütün Eserleri: 1 - İnatçı Yahut Çöpçatan

ISBN 978-605-87269-9-4

Bütün Eserleri: 2 - İcab-I Gurur Yahut İnkılab-I Muhabbet

ISBN 978-605-85285-6-7

Bütün Eserleri: 3 - Evhami

ISBN 978-605-85285-5-0

Bütün Eserleri: 4 - Kırk Yalan Köse

ISBN 978-605-82285-8-1

Bütün Eserleri: 5 - Teehhül Yahut İlk Gözağrısı

ISBN 978-605-82285-9-8

Bütün Eserlari: 6 - Yalan Tükendi

ISBN 978-605-64964-0-0


 

Tuesday, April 21, 2015

Neden Fotoğraf Çekiyorum?

(Kadıköy Maarif dergisinin ilkbahar 2015 sayısında yayınlanan yazım)



Amerikalı şarkıcı/şarkı-yazarı Jim Croce 1973 yılının Eylül ayında bir uçak kazasında hayatını kaybettiğinde, aslında bir yıl önce piyasaya çıkan ‘You Don’t Mess Around With Jim’ adlı albümde yer almış bulunan ‘Time in a Bottle’ adlı parçası birden ilgi görmeye başladı ve ertesi yıl da bu parça liste başı oldu.  O günlerde yaşadığım Ohio eyaletinde arabamın radyosunda onlarca kez o parçayı dinlerken, zamanı yakalayıp bir şişede saklama ‘mecaz-ı mürselinin’ ne kadar ilginç bir kavram olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum.  Fotoğraf çekmeyi sevmemin temel nedenlarinden biri de, benzer bir mantıkla, geçmişte kalmış olayları daha sonra tekrar anımsamak üzere kayda almak olarak düşündüğümden olsa gerek.
Zamanı durdurma, daha sonra tekrar yaşama, normalde unutularak solup gidecek anıları tekrar canlandırma, seni heyecanlandıran güzel ve ilginç cisim, kişi ve olayları başkaları ile paylaşabilme; sanırım, fotoğraf çekmeyi bu kadar popüler bir uğraşı kılan özelliklerin başında bunlar geliyor.

Bunun dışında, insan gözünün başaramadığı, çok hızlıyı, çok yavaşı ve çok küçüğü algılayabilme olanağı sunması da fotoğraf çekmeyi ilginç yapıyor.  Bir arı kuşunun saniyede 38 ila 78 kez kanat çırptığı söylenir.  Çok hızlı enstantenelere sahip fotoğraf makinaları bu hareketleri yakalamayı başarabiliyor.  Bir goncanın açıp tam teşkilatlı bir çiçek olması da çok yavaş bir süreç.  Bunu da hızlandırmak, belli aralıklarla çekilmiş münferit fotoğraf karelerinden yararlanılan ‘time-lapse’ tekniği ile mümkün.  Bir tek atomun gölgesini insan gözünün algılaması hayal bile edilemezken, bu iş, tahmin edileceği gibi çok özel bir düzenek kullanılarak da olsa, bir fotoğraf sayesinde başarılmış bulunuyor.
Bir fotoğraf, çekildiği anda kadrajın içine girmiş bulunan cisim veya yapıların fiziksel özellikleri yanında o anda yaşanmış duyguların da anımsanmasına aracı olabilir.  Diğer bir tanımlama ile, geçmişe açılan bir pencere olarak da kabul edebileceğimiz bir fotoğraf, geçmişle olan bağlarımızı pekiştirebilir. Bundan başka, çektiğimiz bir fotoğraf ile dünyayı nasıl algılayabildiğimizi de başkalarına gösterme olanağı bulabiliriz.

Yukarıdakilere benzer nedenlerle, fotoğraf çekmek, bazıları için solumak kadar gerekli olabilir. Böyle insanlar için fotoğraf çekmek, dinlediğimiz müzik, tercih ettiğimiz giysiler, seçtiğimiz arkadaşalar ve benimsediğimiz ahlaki değerler kadar bireyi benzersiz yapan özelliklerden biridir.  Diğer bir grup insan için ise, resim çekmek keyifli bir hobi, vakit geçirmek için güzel bir faaliyet olabilir. Hangi amaçla yapılırsa yapılsın, fotoğrafla uğraşmak, hemen her zaman, zevkle ve isteyerek yapılan bir iş olarak bilinir.
Resim çekmek, bazen birisine ‘bak birader, senin baktığında sana hiç bir şey ifade etmeyen sıradan nesneleri ben ne kadar ilginç bir şekilde görebiliyorum’ diyebilmenin keyfini de sunabilir.

Hani, ‘geçmişe açılan pencere olabilir’ dedik ya;  Bunu okuyanlardan bazılarının ‘kardeşim, benim geçmişle işim olmaz, ben şimdiyi yaşamaya odaklıyım’ dediklerini duyar gibiyim.  İyi de, ‘şimdi’ dediğin şeyin keyfini çıkarmanın bile önemli bir kısmı geçmişi anmak değil mi? Keyfi sürmekte olan bir sofrada “Oh be, ne biçim yedik yahu.. Küp gibi şiştim.. Ne lezzetli kebaptı o, kanka” derken, geçmişi övmüyor muyuz?
Doğal olarak her kamera sahibi kişi ‘fotoğrafçı’ olmuyor.  Paraya kıyıp güzel bir piyano alıp salonun baş köşesine yerleştirmek de adamı ‘piyanist’ yapmıyor.  O makinadan insanların para vereceği değerde bir görüntü çıkarabilmek için ‘profesyönel’ veya ‘sanatçı’ fotoğrafçı mertebesine erişmek gerekiyor ki, o başlı başına ayrı bir konu.

Ölüme çağre olmasa da, ‘yaratmak’ ve ‘arkada bir şey bırakmayı’ ölümsüzlüğe en fazla yaklaşan eylemler olarak kabul edebiliriz. ‘Değerli’, ‘işe yarar’ veya ‘ilgi çekebilir’ kalıcı birşeyler oluşturabilmenin en kestirme yollarından biri de fotoğraf çekmek olabiliyor.
Arşivden eski fotoğraflar bulup o resimdeki dostları şaşırtmayı da son derece keyif verici buluyorum.  Eski fotoğraflarını bulup gösterdiğim dostlarım ‘ahan da, nereden buldun bu fotoğrafı abi yaa?  O olayı tamamen unutmuşum. Ne güzel bir sürpriz oldu’ dediklerinde aldığım keyfi başka pek az şeyden alabilirim.

Şimdi benim bazen olur olmaz şeylerin fotoğrafını çektiğim de oluyor.  Çünkü benim kapasitesi sınırlı beynim, akıp giden yaşamda gözümün önünden geçen şeyleri anında analiz etmeyi pek beceremiyor.  O resmi daha sonra elime alıp veya bilgisayarımın ekranında açıp uzun uzun inceleyeceğim ki, resmi çektiğim anda farkına varmadığım bir dolu ayrıntıyı kavrayabileyim.
Tabii bir de, çektiği resimler sanat eseri olmasa bile fotoğraf çekme dürtüsü iliklerine işlemiş insanlar var.  Eminim, benim gibi sizin de bu tarife uyan akraba, dost veya arkadaşlarınız vardır. Böylelerini aşağıda sıraladığım durum ve davranışlarından kolayca tanıyabilirsiniz;

-          Fotoğraf albümleri çocuklarının, eşlerinin, ebeveynlerinin, diğer aile efradının, yakın dost ve arkadaşlarının, hatta uzaktan tanıdıkları insanların resimleri ile dolu olsa bile, bunların arasında kendi fotoğrafları yok denecek kadar az sayıdadır.

-          Diyelim son model yeni bir televizyon veya yeni bir araba alacaklar. Alınacak şeyin değerini, her hangi bir para biriminden ziyade, kaç adet Nikon D600 kameraya eşdeğer olduğu şeklinde hesaplarlar.

-          Stadda olsun televizyonda olsun, maç izlerken penaltılar sırasında gözleri sık sık kaleciden kayıp kale arkasındaki foto muhabirlerinin pahalı ekipmanlarına odaklanır.

-          Uçak seyahatlerinde kabine aldıkları el bagajları kargo bölümüne verdikleri valizden daha ağırdır.

-          Başkalarının gözünde itibarını yitirmiş, yıkılmış, dökülmüş, boyaları kalkmış eski binalar onlar için heyecan verici mekanlar, fotoğrafı çekilecek hazinelerdir.

-          Akılları bazen, göz kırpma hızlarının kameralarının hangi enstantane hızına eşdeğer olabileceği gibi tuhaf şeylere takılır.

-          Sahilde, ormanda veya herhangi başka bir ortamda dolaşırken, ilginç bir şey gördüklerinde, pek çok kez, ‘acaba farklı açıdan nasıl görünüyor’ diye başlarını yana yatırabilirler.

-          Araba ile sakin sakin yol alırken, az önce gördükleri ilginç şeyi fotoğraflamak için aniden yasal olamayan bir U dönüş yapabilirler.

-          Komşuları, bir süre sonra, ‘nasıl olsa bir çeken var’ diye çocuklarının fotoğraflarını çekmeye gerek kalmadığına karar verebilir.

-          Cep telefonları ile, ‘elde bir kayıt bulunsun’ diye çektikleri resimlerde bile muntazam kompozisyon kurallarından taviz vermezler.

-          Gün batımında güneşin son huzmelerinin oluşturduğu renk cümbüşünü, dolayısı ile oluşan fotoğraf fırsatını, kaçırmamak için tuvalet ihtiyaçlarını yarım saat erteleyebilirler.

-          ‘Her şeyi otomatik yapıyor, manuel ayarların sağladığı yaratıcı kontroldan mahrum bırakıyor’ diye, mecbur kalmadıkça, cep telefonu ile fotoğraf çekmezler.

-          Film izlerken zaman zaman anlatılan öyküden kopup, kendilerini sahnenin görüntü kompozisyonunu ve ışığın nasıl kullanıldığını analiz ederken bulurlar.

-          Fotoğraf makinesi ile yaklaştığını gören dostlarının, ‘saçımı başımı düzelteyim bari,  büyük ihtimalle yarın Facebook’dayım’ diye düşündüğü çok olur.

-          Kıyafetlerini yıkanmak üzere ayırırken, ceplerini control etmeyi ihmal etmezler.  Bunu, ‘acaba bozuk para bırakmış mıyım?’dan çok, ‘hafıza kartı falan kalmış olabilir mi?’ endişesi ile yaparlar.
 
Benimsenmiş bulunan bütün bu davranış biçimlerine rağmen, fotoğrafa gönül vermiş olanlarımızın çoğu için, resim çekerek hayatını kazanacak düzeyde profesyönel olabilmek tatlı bir hayalden öteye geçemiyor.  Bizler için fotoğraftan para kazanmanın tek bir yolu var diye düşünüyorum.  O da, ancak onca yatırım yaptığımız kameraları ve diğer malzemeleri, satış fiyatı konusunda fazla titzlenmeden, elden çıkarmakla mümkün görünüyor.
Fotoğraf çekmeye gönül vermiş olanların vizörlerine muhteşem görüntüler düşmesini diliyor, bu keyifli uğraşa henüz bulaşmamışlara da ‘deneyin, pişman olmazsınız’ diyorum.

Cihan Koru

Tuesday, March 31, 2015

YENİ KISA FİLMİM


Sinema, kollektif bir uğraş olduğundan, bir kişinin tek başına kalkıp bir film yapması pek akıllı işi değil.  Ancak bendeniz, akılca biraz yavan olduğumdan, bir süre önce benzer bir işe giriştim.  Her ne kadar, önceden yazılmış bir senaryoya göre çekilmiş bir çalışma olmasa da, üniversiteden beraber mezun olduğum arkadaşlarımdan topladığım amatör-çekim video kliplerini kullanarak kısa bir film yaptım. Şimdi ortaya, festivallerde ödül için yarışacak düzeyde bir yapıt çıkmadığı kesin olsa da, en azından, filmde görüntüleri bulunan dostlarım için güzel bir anı olacağını ümit ediyorum.

https://vimeo.com/123511734

Thursday, March 19, 2015

BOLAYIR YAHUT SİLİSTRE


BOLAYIR YAHUT SİLİSTRE


Vakit öğlen olmak üzere.  Osman Kahya Namazgah’ın duvarına tünemiş, sabah ezanından bu yana boğazın Çanakkale yönünden Marmara’ya doğru yaklaşan tekneleri izlemekte.  1888 yılı Aralık ayının bu güneşli fakat ayaz gününde poyrazın ilikleri titrettiği bu yerde saatlerce beklemenin akıllı adam işi olmadığını o da biliyor ama, beklemekte olduğunun uğruna gerekirse çok daha uzun bir süre o soğukta orada kalabilir.

Öğlen ezanı okunurken Sütlüce Burnu açıklarında boğazdan yukarı doğru yaklaşmakta olan vapuru seçmeye başladı.  Namazgah’ın duvarı üzerinde ayağa kalktı ve bir süre yaklaşmakta olan sefineyi izledi.  Sonra, gelenin beklediği olduğuna kanaat getirerek yere atladı ve hızlı adımlarla limanın yolunu tuttu.

 Gelibolu limanı, hangi kavimden kaldığı bilinmeyen kadim bir tekne barınağıdır.  Çanakkale boğazından gelen tekneler taş rıhtımdaki 10 metre genişliğinde bir açıklıktan geçerek önce Dış Liman olarak anılan 65x95m boyutlarındaki havuza girerler.  Dış Liman’ın kara tarafında, kıyıya paralel yolun altından geçen diğer bir menfezle de, daha küçük (50x30m) İç Liman’a girilir. Giriş menfezinin köşesinde eski çağlardan bu yana ayakta kalabilmiş, eski kent kalesinin sadece bir kulesinden oluşan yapı bulunur.

 Osman Kahya Dış Liman’ın girişine vardığında, on dakika önce Namazgah’dan gördüğü vapur da liman girişine 500m kadar yaklaşmıştı.  Aralık soğuğuna ve ısıran poyraza rağmen rıhtım boyunca büyük bir kalabalık birikmişti.  Yaklaşan vapuru bekleyenler arasında Cezayir-i Bahr-i Sefid Vilayeti valisi Arnavut Mehmed Akif Paşa, Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyesi Ebuzziya Tevfik Bey, Gelibolu eşrafından Molla Münib ve kentin diğer bir çok ileri geleni seçilebiliyordu.  Bir kaç dakika daha sonra, pruvasında adı Eser-i Nüshet olarak okunabilen gemi Dış Liman girişine geldi ve poyraza rağmen kaptanın ustalığı sayesinde sorunsuzca süzülerek barınağın içindeki sakin sulara ulaştı.  Rıhtımın deniz tarafında bekleyen zevat da limanın iç tarafına geçerek teknenin yanaşmak üzere olduğu noktaya geldiler. 

Osman Kahya, tekne daha tam yanaşmadan, rıhtımda bekleyen güçlü kuvvetli bir kaç gençle beraber bordaya sıçrayıp güverteye ulaştı.  Kaptan köprüsünün hemen önüne yüksekçe bir katafalk yerleştirilmiş, onun üzerine de cenazeyi taşıyan tabut konmuştu.  Osman Kahya, tabutun önünde bir kaç saniye hareketsiz durdu.  Göz pınarlarından süzülen birkaç damla yaşı gizlemeye bile gerek görmeden elinin tersi ile sildi .  Tabutta yatan ve bütün Osmanlı diyarında ve hatta dış ülkelerde Namık Kemal olarak bilinen mefta, Osman Kahya için Mutasarrıf Kemal Beyefendi idi. 

Ama o an geçmişi tefekkür edecek zaman değildi. Tekneye beraberce çıktığı gençlerle beraber, oyalanmadan girişip, Sakız Adası’nda kurşun dökülerek sızdırmazlığı sağlanmış ağır tabutu omuzlayıp küpeşteye yaklaştırdılar. Tabutu dikkatlice küpeşteden aşırıp rıhtımda bekleyen diğer bir grup gencin yukarı doğru uzanmış el ve kollarına doğru indirip teslim ettiler. Osman Kahya, tekrar rıhtıma atladı ve üzerine tabutun yerleştirilmesi için bekleyen yaylı arabanın yanına geldi.  Zaten arabayı sabah erkenden İbrahim Mazhar Bey’in konağından alarak limana da o getirmişti.  Tabut yine ihtimamla arabaya yerleştirildi ve üzerine, bu kez Kalyonizade Ahmet’in oğlu Bekir Bey’in konağından getirilmiş kırmızı atlas örtü yayıldı.  Kahya, o örtünün daha önce de önemli kişilerin cenaze törenlerinde kullanıldığını hatırlamakla beraber, değeri harbiyesinin 67 yıl önce Sultan IInci Mahmud’un Gelibolu’yu ziyareti sırasında konuk olduğu Kalyoni Ahmet Bey’in konağının kapısındaki binek taşını örtmek için kullanıldığını bilmiyordu.  Onun bildiği, tabutta yatanın, ona göre, çok mübarek bir insan olduğu idi.

On altı yıl önce, Osman Kahya 17 yaşında bir delikanlı idi.  O yıl Kemal Beyefendi Gelibolu’ya mutasarrıf olarak atanmış ve dört aydan biraz daha uzun bir süre bu kentte yaşamıştı.  Osman’ın ‘kahya’lığı, o sırada Bolayır’da nahiyenin sığırtmaçlığını yapmasından ileri geliyordu.  İşte o, 17 yaşında olduğu, 1872 yılının bir sonbahar akşam üstünde, sabah nahiyeden topladığı sığırları önüne katmış Baklaburnu ovasından köye doğru çıkıyordu ki yakındaki derenin içinden üç tazı fırladı ve sürüye doğru koşmaya başladılar.  Osman’ın hemen peşinde de sürüden asla ayrılmayan iri çoban köpeği Çakır vardı.  Yaklaşan tazıları gören Çakır da yaydan boşanmışça fırlayıp gelenlere doğru yöneldi.  Osman dört hayvanın yaman bir kavgaya tutuşacaklarını hemez sezdi ve kolunun altında tutuğu asasını kaldırıp köpeklere bağırmaya yeltendi ki, bunu yapmaya fırsat kalmadan, tazıların çıktığı derenin hemen arkasından bir mavzer gümledi. Birbirlerinin gırtlağına yapışmak üzere olan hayvanlar anında yerlerine mıhlandılar ve, hepsinin kulakları dikili, sesin geldiği yana döndüler. Derenin karşı yakasındaki karaçalıların arkasından üç kişi göründü. İkisi mavzerini koltuğunun altına sıkıştırmış, üçüncü elinde tutuyordu.  Mavzeri elinde olan tazılara doğru seslendi.

-          Gelin beri more..  Aaaah, her bi şeye salarsınız beyaa..

Tazılar beklenmedik şekilde adama itaat ettiler ve gerisin geri dönüp yaklaşan üçlüye doğru koşmaya başladılar.  Osman da Çakır’ına seslendi.

-          Nah nah nah, dön be koca Çakırım, dön be bu yana..

 Çakır da, isteksiz de olsa, geri dönüp Osman’a doğru seğirtti.

Üç avcı Osman’a yaklaştılar.  Gelenlerden iri yarı olup sade ve kaba bir üniforma giymiş olanı Osman tanıyordu.  Bolayır ve civarının asayişinden sorumlu kırserdarı Sabattin Aga idi.  Aga, yanına gelen tazıların boyunlarına tasmalarını geçirdi ve üçünü birden tek eli ile kontroluna aldı.  Osman da Çakır’ı tasmasından tutmuştu.  Sabattin Aga seslendi.

-          Naptın beyaa Osman Kahya? 

-          Napcam beyaa, ayvanları yaymıştım, topladım dönüyom işte.  

Gelenler Osman’a iyice yaklaşınca durdular.  Sabattin Aga yanında gelenlerden orta boylu, geniş omuzlu ve hafif tıknaz olana döndü.
-         Beyim, bu Osman Kahya’dır.  Tıfıl görünüşüne aldanmayın, yaman sığırtmaçtır.  Bıldır kışın çok kar yapmıştı.  Bu kahya, ikiyüz koyunla Doğanaslan korusunda üç gün mahsur kaldı. Kurtlar Bolayır’ın kıyısındaki kümeslere dalıp kazları tavukları boğazlarken, aha bu Çakır köpekle bir olup kurda tek bir kuzu bile kaptırmadı. 
Osman’ın kestirebidiği kadarı ile, Sabattin Aga’nın hitap ettiği, belli ki önemli bir kişi idi.  Kumral sakalı, saçı gibi kıvırcığa yakın dalgalıydı.  Sırtında astragan yakalı deri bir redingot, altında dar paçalı süvari pantolu olup ayaklarına da yüksek konçlu avcı çizmeleri giymişti. Gövdesine göre biraz büyükçe olan başını üçüncü kişiye çevirdi.

-          Tevfik, al bak işte, yaklaşmakta olan mukadder cihan-şumul kapışmada bu milletin vatanını savunmak için ihtiyacı olan cevheri gör, yerinde tanış.  Bitirmeye uğraştığım ‘Vatan’ piyesinin ilhamını nereden aldığımı soruyordun.  Görüyorsun işte, ilham sine-i milletten çıkıyor.  Piyeste Silistre ahalisinin vatan savunmasındaki kahramanlığını anlatıyorum.  Aslında imparatorluğun bütün köşelerinde milletin aksülameli aynı.   Ha Bolayır ha Silistre, fark etmiyor.
Osman Kahya’nın 16 yıl önce, kumral sakallı o yabancının neden söz ettiğinini, o sözlerin söylendiği o gün anlaması imkansızdı.  Ancak bu gün, Bolayır kırında karşılaştığı o özel kişinin yaşamını nasıl değiştirdiğini çok iyi biliyordu.  Bütün bunları düşünürken bir taraftan da Sakız Adası’ndan gelen cenazenin yüklenmiş olduğu yaylı arabayı çeken iki beygirin önüne geçerek dizginlerini kavradı.  Rıhtımda cenazeyi karşılayanların büyük bir bölümü, cenaze arabasının arkasında sıralanmış diğer yaylı araba ve landonlara dağıldılar.  Arkadaki arabaların hepsinin hazır olduğundan emin olan Osman Kahya, dizginleri çekerek konvoyu harekete geçirdi.  Yirmibeş – otuz arabadan oluşan kervan limandan Fener’e doğru giden yolda ağır ağır ilerlemeye başladı. 
Arabaların Keşan’a giden yolda Karabayır’a varmaları yarım saat aldı. Yokuş yukarı tırmanmaya başladıklarında Osman Kahya halâ, Mutasarrıf Kemal Beyefendi’nin hizmetinde geçirdiği üç ayı düşünüyordu.  Bolayır’da karşılaştıkları o ilk gün, kırserdarı Sabattin Aga’nın kendisini ayaküstü mutasarrıf beye tanıştırmasının ardından mutasarrıf ile Osman arasında sohbet koyulaşmış, o sırada sığırtmaç avcılara heybesinden çıkardığı ekşimik, esmer buğday ekmeği ve taze papazkarası üzümlerden ikram etmiş, zaten gün kavuşmasına az kaldığından dördü birlikte sığırları önlerine katıp köye çıkmışlardı.  Kemal Beyefendi özellikle Süleyman Paşa’nın türbesini ziyaret etmek istiyordu.  Türbe ziyareti sırasında gün batmak üzere idi.  Türbe çıkışı Beyefendi uzun uzun Saroz Körfezi üzerinde batan güneşi ve Ege’nin dillere destan gurubunu kızıldan laciverte dönünceye kadar izledi. Daha sonra, Tevfik Bey’e döndü.

-          Tevfik, bu renklerin raksını sonsuza dek bıkmadan izleyebilirim.  Onun için, bak bu vasiyetime Sabattin Aga ve bu delikanlı da şahitler, vadem dolduğunda beni Süleyman Paşanın yamacına, işte tam buraya defnedin.
Bu tembih, 16 yıl sonra Namık Kemal’in nâşının, vefat ettiği Sakız Adası’nda bir caminin haziresine defnedilmiş olduğu halde, yakın dostu Ebuziya Tevfik Bey’in sözkonusu vasiyeti padişaha iletmesi ve Sultan IInci Abdülhamit’in emri ile kabrinden çıkarılıp Gelibolu’ya gönderilmesine neden oldu.  Çok yönlü bir vatansever, düşünür, sanatçı ve devrimci olan Kemal, Gelibolu Sancağı’nda mutasarrıf, yani devleti temsil eden en üst düzeydeki memur olduğu sırada, Bolayır’da sığırtmaçlık yaparken tanıdığı Osman’daki cevheri hemen sezip Gelibolu’da özel postası olmasını sağladı.  Namık Kemal’in bilinen meziyetlerinden biri de, yaşamı boyu Osman gibi daha nice genci kanatlarının altına alıp onları kollayıp yetiştirerek mevcut yetenek ve becerileri ile müsemma mevkilere gelmelerine aracı olması idi. 
Osman Kahya, Mutasarrıf Kemal Beyefendi’nin hizmetinde iken onun itimadını iyice kazanmış, yazdığı yüzlerce mektubun yerlerine ulaşmasını sağlamış, Gelibolu’nun su dağıtımı ile ilgili sorununun çözülmesinde önemli görevler üstlenmişti.  Yazar, Gelibolu’daki memuriyeti sırasında kaleme alıp bitirdiği ‘Evrak-ı Perişan’ adlı eser ve ‘Vatan’ piyesi ile ilgili kısımlar bittikçe onların İstanbul’a ulaştırılması görevi de Osman Kahya’nın sorumluluğunda idi. ‘Vatan’ piyesi ilk kez 1 Nisan 1873’te İstanbul’da sahnelendi. Oyunu izleyen ahali o kadar heyecanlandı ki, sokaklara dökülüp tezahürat yaptı.  Eserin yarattığı tepki saray tarafından endişe ile karşılandı ve Namık Kemal bu nedenle Kıbrıs’a sürgüne gönderildi.  Oyunun sergilenmesi de bir süre sonra yasaklandı.  Ancak, eser ‘Silistre’ adı ile tekrar oynanmaya başladı.  Bu nedenle, zaman içinde, adı ‘Vatan yahut Silistre’ olarak bilinir oldu.  Öldüğünde, şairin kısa ömrü boyunca uğrunda mücadele ettiği özgürlük ve milli birlik meseleleri, bazı önemli adımlar atılmış olmasına karşın, henüz tam olarak çözülmemişti. 
Namık Kemal’in cenaze alayı Bolayır’a ulaştığında vakit, Osman’ın 16 yıl önce bu ulu insan ile ilk karşılaştığı gündeki aynı vakitti. Cenazenin kabre yerleştirilmesi, üzerinin örtülmesi ve son dinî ritüellerin yerine getirilmesi havanın kararmaya yüz tutması ile bitirilebildi.  Gökyüzü bulutsuz, ayaz iyice bastırmıştı ve şairin meftun olduğu gurup, onca ihtişamı ile Saroz ufkundan Bolayır yamacında ebedi yerine yerleşmiş hayranını selamlıyordu. Osman Kahya, defin törenine katılanlar kabrin başından ayrıldıktan sonra bir süre daha orada kaldı.  Ayrılmadan, kabir başına yerleştitilmiş kandillerin soluk ışığının aydınlattığı kabir taşındaki yazıyı bir kez daha okudu.

Ölürsem görmeden millette ümit ettiğim feyzi
Yazılsın seng-i kabrime vatan mahsun ben mahsun.

Cihan Koru

Yukarıdaki yazı, her ne kadar yaşanmış gerçek olaylar ve kişilerden de söz ediyor olsa da, bir belgesel olmayıp sonuç olarak bir kurgu ürünüdür ve sanatçı ehliyetine sığınarak kaleme aldığım bir çalışmadır.