DEMİR
PERDE
Doğu
Ekspresi, ‘Demir Perde’ olarak tanınan, Batı dünyası ile
Sovyetler Birliği olarak bilinen iki siyasi bloğu ayıran sınıra
doğru hızla ilerliyor. Kısa bir süre sonra Yugoslavya’dan çıkıp
Avusturya’ya girecek. Saat sabahın yedisi gibi. Gözlerimi
açıyorum. Geceyi beraber geçirdiğim diğer beş arkadaşım henüz
uyanmamışlar. Kompartımanımız kuşetli değil, herkes oturduğu
yerde uyumak zorunda. Susamışım. Karşımda oturan arkadaşın
başının hizasındaki valiz rafının altına asılı filedeki
plastik su kabına bakıyorum. Opak olmakla beraber içinde kalan
suyun seviyesi belli belirsiz seçilebiliyor. Hemen hemen boşalmış.
İstanbul’dan kalkıp Edirne’den Bulgaristan’a girmemizden bu
yana yirmi saatten fazla olmuş olmalı ve Bulgaristan’dan geçerken
olduğu gibi Yugoslavya içindeki yolculuk boyunca da trende su veya
yiyecek temin edilebilecek bir restoran veya büfe yoktu. Görünen o
ki, kompartımandaki altı kişi şişedeki suyu gece boyu içip
nerede ise tüketmişiz. Su kabını asıldığı yerden indirmek
için ayağa kalkıyorum. Kapağını açıp içinde son kalan suyu
tam başıma dikiyorum ki, tren yavaşlıyor. Konpartımanın içinden
pencerenin dışını görebildiğim kadarı ile büyükçe bir
istasyona gelmişiz. Arkadaşlarımı uyandırmamaya dikkat ederek
pencereyi indiriyorum, başımı da hafif dışarı çıkararak
etrafı seyretmeye başlıyorum. İstasyonun pencereden gördüğüm
tarafında bir ray hattı daha görünüyor. Ama peronda o hatta
başka bir tren yok. Ortalıkta da pek kimse görünmüyor.
Trenin
gerisindeki vagonlara doğru bakarken bizimkinden üç geride olan
vagondan orta yaşlı bir kadının indiğini ve indiği noktanın
yakınındaki su çeşmesine benzer yapıya doğru ilerlediğini
görüyorum. Elinde, bizim kullandığımıza benzer plastik bir su
kabı var. Çeşmeye ulaşıyor ve musluğu açıp su kabının
ağzını akan suyun altına tutuyor. Hey, ne bakıp duruyorum? Ben
de bizim su kabını doldurmalıyım. Kabı kapıyorum, kompartımandan
fırlayıp vagonun gerisine doğru hızla ilerliyor ve arka kapıya
geldiğimde kapıyı açıp perona atlıyorum. Pencereden gördüğüm
kadının kabını doldurmuş, tekrar trene dönmekte olduğunu
görüyorum. Koşarak ben de çeşmeye ulaşıyor ve su kabımı
doldurmaya başlıyorum. Fakat o da ne? Kap daha yarıya kadar
dolmadan trenin yavaşça hareket ettiğini fark ediyorum. Ne bir
hareket düdüğü ne bir görevlinin sesi. Öylece, hafifçe,
harekete geçiyor. Bir an kap tamamen dolana kadar beklemeyi
düşünüyorsam da kendiminkinden üç vagon gerideyim. Başımı
belaya sokmamak için dolduğu kadarı ile kabın kapağını kapatıp
vagonuma doğru önce hızla yürümeye sonra koşmaya başlıyorum.
Ancak, önce yavaş hareket eden trenin de gittikçe hızlandığını
fark ediyorum. Koşmaya başladığımda trenden hızlı gittiğim
halde giderek tren bana yetişiyor ve yavaş yavaş geçmeye
başlıyor. İndiğim kapı daha iki vagon ileride ve bu hızla oraya yetişemeyeceğimi anlıyorum ve kendimi emniyete almak için yanında
koşmakta olduğum diğer bir kapının sahanlığının kenarındaki
tutunma çubuğunu yakalayıp sahanlığa atlıyorum. Şükür, treni
kaçıracağım için çok korkmuştum. Ama, ne oluyor? Sahanlığına
çıkmış olduğum kapı açılmıyor. Bir iki zorluyorum. Nafile,
açılmıyor. Bakıyorum tren oldukça hızlanmış durumda. Tekrar
perona atlayıp başka bir kapıya koşmak başarısız kalmaya
mahkum. Çaresiz basamağın yanındaki metal çubuğa iyice sarılıp
vagon kapısının dışındaki sahanlık girintisinde büzülüp
kalıyorum.
Tren
iyice hızlanıyor. İstasyondan ayrılıyoruz ve çok geçmeden
yakınından geçmekte olduğumuz evler gittikçe seyrelmeye, giderek
bahçe ve geniş otlakların arasından ilerlemeye başlıyoruz.
Kendiminkinden iki gerideki vagonun kilitli kapısının dışında,
omzumda yarıdan fazla doldurabildiğim su kabı asılı, kapı
önündeki sahanlık girintisinde yandaki tutunma çubuğuna sıkı
sıkı sarılmış, neler olduğunu ve neler olabileceğini düşünmeye
dalıyorum.
O
yıl şubat ayında ziraat fakültesinin dördüncü yılının
ikinci sömestresinin başında beş yıllık yüksek mühendislik
öğrenimimizin sekiz aylık staj sürecine girmiştik. Doksan küsur
devre arkadaşımla sürecin ilk dört ayını Menemen’deki
araştırma ve uygulama çiftliğinde geçirdik. Haziran ayında
arkadaşlardan bir bölümü stajı orada tamamlamak üzere çiftlikte
kalırken, bir bölümümüz ülke içindeki değişik tarım
işletmelerine dağılmıştı. Benim gibi on on beş arkadaş da
stajın kalan aylarını yurt dışındaki kurumlarda tamamlamak
üzere Avrupa’ya gidiyoruz. Ben ve Gaziantepli sınıf arkadaşım
Mehmet, İngiltere Cambridge’de bir zirai araştırma enstitüsünde
çalışacağız. Yaklaşık yirmi dört saat önce Sirkeci’den
kalkan trenimiz Almanya Münih’te sonlanacak seyahatin birinci
aşamasında menzile doğru yol alırken ‘kısmetimde bu da varmış’
diyerek sabah serinliğinde oldukça ısıran trenin rüzgarından
korunabilmek için sahanlık girintisine iyice büzülüyorum.
On
dakikadan fazla oldu bu sahanlıkta mahsur kalalı. Saat yedi buçuğa
yaklaşmış olmalı. Trendekilerin hemen hepsi her halde hala
uyuyor. Su kabını doldurmak için acele ile kompartmandan
çıktığımdan sırtımda kısa kollu bir gömlekten başka bir şey
yok. Her ne kadar haziran ayındaysak da sabah serinliği ve trenin
yarattığı kendi rüzgarıyla yavaş yavaş üşümeye başladığımı
hissediyorum. Tekrar, tutunma çubuğuna sarılmış olarak
düşüncelere dalıyorum. Dün akşam hava kararırken
Yugoslavya’nın bir ucundan girmiştik. Bütün gece ülkeyi bir
baştan diğerine kat ettik. Şimdi Avusturya sınırına
yaklaşıyoruz. Yani, bir Demir Perde ülkesinden çıkıp bir Batı
ülkesine geçmek üzereyiz. O güne kadar gazetelerde okuduğum,
hatta bazı filmlere konu olmuş Demir Perde’den kaçış
hikayelerini anımsıyorum. Sovyet asker ve polislerinin bu
ülkelerden Batı’ya kaçmaya çalışanlara karşı ne kadar
acımasız olduklarını hatırlıyorum. Birazdan tren huduta gelecek
ve hudut görevlileri beni burada asılı olarak görecekler. Acaba,
treni durdurup hemen sorguya çekmek üzere beni aşağı mı
indirirler? Daha da vahimi, acaba tren hudutta durmadan devam ederse
ve tam sınır hattından geçerken silahlı görevliler beni fark
edip makinalı tüfeklerle beni tarama ateşine mi tutarlar? Daha
yirmi iki yaşımdayım abi yaa, şimdiden yolun sonuna gelmiş olmam
için biraz erken değil mi? Ya sınıra bile varmadan tren uzun bir
tünele dalarsa? Her ne kadar vagon kapısının dışındaki
sahanlığın oluşturduğu girintideyim ama, maazallah, tüneldeyken
sanki bir yanı hızla akan dikine bir tabutun içinde kaldığımı
düşünerek kafayı sıyırabilirim.
Ben
bu karabasanlarla boğuşurken dışında tutunduğum kapının iç
tarafında, kapı penceresinin arkasında, iki genç beliriyor.
Giyimlerinden, tiplerinden ve vücut dillerinden Türk olduklarını
anlıyorum. Kapıyı içten açmaya çalışıyorlar, ı ıh! Mümkün
değil. Heyecanla ve el kol hareketleri ile bağırarak bana bir
şeyler söylüyorlar ama kalın cam duymamı engelliyor. Kapının
iç tarafında ve hemen yanında vagonun tuvaleti var. Pencerenin
arkasındaki gençlerden biri tuvaletin kapısını açıyor ve içeri
giriyor. Diğer delikanlı da tuvaletin kapısından başını içeri
uzatıyorlar ve hararetle içeridekine elleri ile işaretler yaparak
bir şeyler anlatıyor. Ne olup bittiğini anlamam uzun sürmüyor.
Dışında asılı kaldığım kapı sahanlığının oluşturduğu
girintinin yukarısına doğru, dar ve yatay bir pencere var. Bu,
kapının içindeki tuvaletin havalandırma penceresi. Pencere içe
doğru ve kısıtlı bir açı ile açılıyor. O pencereden biri
bana seslenmeye başlıyor. Anlaşılan, tuvalete giren genç, bir
şekilde içeriden o pencereye doğru tırmanıp ağzını azıcık
açık olan pencereye yaklaştırmış ve bana sesleniyor.
“Birader,
imdat kolunu çekmemizi ister misin?”
Birden
panikliyorum. İmdat kolunun filan çekilmesini istemem. Ne olur
çekerlerse? Tren durur, görevliler gelir, büyük ihtimal
sorgulamak için beni trenden indirirler, tren beni beklemez çeker
gider. Ben kalırım Yugoslavyalarda. Neme lazım. Sesimi
duyurabileceğimi sanmıyorum ama yine de bağırıyorum.
“Yok,
yok, ben iyiyim. Bir sonraki istasyona kadar buraya tutunup
bekleyeceğim.”
Bir
taraftan da pencerenin arkasından bana bakan üç dört gence el
hareketleri ile ‘sakın, yapmayın’ anlamına geleceğini ümit ettiğim işaretler yapıyorum. Neyse ki, yardımcı olmaya çalışan
çocuklar ısrar etmiyorlar ve pencerenin arkasından biraz merak,
sanırım, biraz da acıyarak beni izlemeye koyuluyorlar. O minvalde
bir kaç dakika daha geçiyor veya geçmiyor, demiryolu hattı
bulunduğum tarafa, yani sağa, doğru genişçe bir yay çizmeye
başlıyor. Şimdi, en öndeki dizel lokomotifi ve onun arkasından
benimkine kadar dizilmiş vagonları rahatça görebiliyorum.
Pencerelerin hepsi kapalı. Yalnız dört vagon ilerimdeki
pencerelerden biri açık ve yine gençten birinin pencere pervazına
dayanmış dışarıyı seyrettiğini fark ediyorum. Beni henüz
görmediği belli. Tek kolumla metal çubuğa sıkı sıkı tutunup,
diğer kolumla hala elimde tuttuğum su kabını sallayarak oğlanın
dikkatini çekmeye çalışıyorum. Çok uğraşmama gerek kalmadan
beni fark ediyor. Aramızda hayli mesafe olmasına rağmen
şaşkınlığını izleyebiliyorum. Çok kısa bir süre pencerede
ağzı açık beni seyrediyor ve aniden içeri çekiliyor. Bir kaç
saniye sonra aynı pencereden, biraz önceki ile beraber, dört kafa
daha dışarı uzanıyor. Birisinin bir takım el kol hareketleri
yaparak bağırdığını görüyorum ama trenin gürültüsü ve
mesafeden dolayı bir şey duymuyorum. Bu arada o ilk pencereye yakın
diğer birkaç pencere daha açılıyor ve her birinden ikişer üçer
kafa uzanıp bana doğru bakmaya başlıyorlar. Bu arada demiryolu
güzergahındaki yayın sonuna geliyoruz ve tren tekrar düz bir hat
üzerinde yol almaya başlıyor. Dolayısı ile ben de lokomotifi ve
öndeki vagonları artık göremiyorum. Yine metal çubuğa sarılarak
beklemeye devam ediyorum. Kapı camının arkasındaki oğlanlar da
artık o kadar fazla heyecanlı değiller. Fakat oradan ayrılmadan
camdan beni izlemeye devam ediyorlar.
Trenin
su doldurduğum son perondan ayrılmasından bu yana yarım saatten
fazla geçmiş olmalı. Sınıra iyice yaklaştığımızı düşünerek
tekrar paniklemeye başlıyorum. Sanırım daha fazla direnmeyeceğim
ve kapı penceresinin ardından beni izlemeye devam eden çocuklara
dönüp treni durdurmak için acil durum kolunu çekmelerini
isteyeceğim. Evet, burada asılı olarak sınırı geçebileceğimi
hiç sanmıyorum. Çaresiz sonucu ne olursa katlanacağım. Yüzümü
kapının arkasından bakan oğlanlara dönüyorum ve elimle acil
durum kolunu çekmeleri anlamına gelecek bir hareket yapıyorum. Ama
dur bakayım, tren yavaşlamaya başlıyor. Ne olduğunu anlamak için
metal çubuğa sıkı sıkı tutunarak başımı trenin ön tarafını
görmek için dışarı doğru uzatıyorum. Görünürde her hangi
bir istasyon falan yok. Öyle kırlık bir arazide ilerliyoruz. Ama
tren iyice yavaşlıyor ve duruyor. Bulunduğum yerden iki vagon
öteden bir kapı açılıyor ve iki gencin açılan kapının
sahanlığından sarkarak bana doğru bağırdıklarını ve el kol
hareketleri ile benim de oraya çağırdıklarını görüyorum.
Nazlanmaya hiç niyetim yok. Yere atlıyorum ve var gücümle açılmış
kapıya doğru koşuyorum. Yanlarından geçtiğim pencerelerden
sarkan bir sürü insan çoğu Türkçe olarak çığırıyor ve
alkışlıyorlar. Kapıya varıyorum ve kendimi trenin içine
atıyorum. Bana işaret eden iki genç en önde bekliyor.
Arkalarındaki dar koridorun aldığı kadar, beş on kişi daha,
sanki önemli bir yarış kazanmışım gibi tezahürat yapıyorlar.
Su kabı hala elimde. Bana kapı açan ve kutlama gösterileri yapan
gençlerle sanki eskiden beri tanışıyormuşuz gibi sarılıyoruz.
Biraz soluklanıyorum. Olan biteni kısaca anlattıktan sonra kendi
vagonuma ve kompartımanıma yöneliyorum.
Konpartımana
ulaştığımda diğer beş arkadaştan ikisinin hala uyuduğunu fark
ediyorum. Diğer üçü ise belli ki daha yeni uyanmışlar ve henüz
afyonları patlamamış. İfadesiz bakışlarla oturdukları yerden
karşılarına bakıyorlar. Kompartımana girince biri silkinerek
biraz canlanıyor. Elimde tuttuğum su kabına bakıyor ve bana
dönüyor.
“Nereye
kayboldun birader? Suyu da yanında götürmüşsün. Dilimiz
damağımıza yapıştı”.
Olanları
anlatmak için ağzımı açıyorum. Sonra ağzım açık, duruyorum.
Vaz geçiyorum. Sanırım o sabah yaşadıklarımı anlatmaya
kalkarsam, olanları kafamda bir kez daha yaşamaya dayanacak gücüm
kalmadı.