BOLAYIR
YAHUT SİLİSTRE
Vakit
öğlen olmak üzere. Osman Kahya Namazgah’ın
duvarına tünemiş, sabah ezanından bu yana boğazın Çanakkale yönünden Marmara’ya
doğru yaklaşan tekneleri izlemekte. 1888
yılı Aralık ayının bu güneşli fakat ayaz gününde poyrazın ilikleri titrettiği
bu yerde saatlerce beklemenin akıllı adam işi olmadığını o da biliyor ama,
beklemekte olduğunun uğruna gerekirse çok daha uzun bir süre o soğukta orada kalabilir.
Öğlen
ezanı okunurken Sütlüce Burnu açıklarında boğazdan yukarı doğru yaklaşmakta
olan vapuru seçmeye başladı. Namazgah’ın
duvarı üzerinde ayağa kalktı ve bir süre yaklaşmakta olan sefineyi izledi. Sonra, gelenin beklediği olduğuna kanaat
getirerek yere atladı ve hızlı adımlarla limanın yolunu tuttu.
Gelibolu
limanı, hangi kavimden kaldığı bilinmeyen kadim bir tekne barınağıdır. Çanakkale boğazından gelen tekneler taş
rıhtımdaki 10 metre genişliğinde bir açıklıktan geçerek önce Dış Liman olarak
anılan 65x95m boyutlarındaki havuza girerler.
Dış Liman’ın kara tarafında, kıyıya paralel yolun altından geçen diğer
bir menfezle de, daha küçük (50x30m) İç Liman’a girilir. Giriş menfezinin
köşesinde eski çağlardan bu yana ayakta kalabilmiş, eski kent kalesinin sadece
bir kulesinden oluşan yapı bulunur.
Osman
Kahya Dış Liman’ın girişine vardığında, on dakika önce Namazgah’dan gördüğü vapur
da liman girişine 500m kadar yaklaşmıştı.
Aralık soğuğuna ve ısıran poyraza rağmen rıhtım boyunca büyük bir
kalabalık birikmişti. Yaklaşan vapuru
bekleyenler arasında Cezayir-i Bahr-i Sefid Vilayeti valisi Arnavut Mehmed Akif
Paşa, Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyesi Ebuzziya Tevfik Bey, Gelibolu eşrafından
Molla Münib ve kentin diğer bir çok ileri geleni seçilebiliyordu. Bir kaç dakika daha sonra, pruvasında adı Eser-i
Nüshet olarak okunabilen gemi Dış Liman girişine geldi ve poyraza rağmen
kaptanın ustalığı sayesinde sorunsuzca süzülerek barınağın içindeki sakin sulara
ulaştı. Rıhtımın deniz tarafında
bekleyen zevat da limanın iç tarafına geçerek teknenin yanaşmak üzere olduğu
noktaya geldiler.
Osman
Kahya, tekne daha tam yanaşmadan, rıhtımda bekleyen güçlü kuvvetli bir kaç
gençle beraber bordaya sıçrayıp güverteye ulaştı. Kaptan köprüsünün hemen önüne yüksekçe bir
katafalk yerleştirilmiş, onun üzerine de cenazeyi taşıyan tabut konmuştu. Osman Kahya, tabutun önünde bir kaç saniye
hareketsiz durdu. Göz pınarlarından
süzülen birkaç damla yaşı gizlemeye bile gerek görmeden elinin tersi ile sildi
. Tabutta yatan ve bütün Osmanlı
diyarında ve hatta dış ülkelerde Namık Kemal olarak bilinen mefta, Osman Kahya
için Mutasarrıf Kemal Beyefendi idi.
Ama
o an geçmişi tefekkür edecek zaman değildi. Tekneye beraberce çıktığı gençlerle
beraber, oyalanmadan girişip, Sakız Adası’nda kurşun dökülerek sızdırmazlığı
sağlanmış ağır tabutu omuzlayıp küpeşteye yaklaştırdılar. Tabutu dikkatlice
küpeşteden aşırıp rıhtımda bekleyen diğer bir grup gencin yukarı doğru uzanmış
el ve kollarına doğru indirip teslim ettiler. Osman Kahya, tekrar rıhtıma atladı
ve üzerine tabutun yerleştirilmesi için bekleyen yaylı arabanın yanına
geldi. Zaten arabayı sabah erkenden
İbrahim Mazhar Bey’in konağından alarak limana da o getirmişti. Tabut yine ihtimamla arabaya yerleştirildi ve
üzerine, bu kez Kalyonizade Ahmet’in oğlu Bekir Bey’in konağından getirilmiş
kırmızı atlas örtü yayıldı. Kahya, o
örtünün daha önce de önemli kişilerin cenaze törenlerinde kullanıldığını
hatırlamakla beraber, değeri harbiyesinin 67 yıl önce Sultan IInci Mahmud’un
Gelibolu’yu ziyareti sırasında konuk olduğu Kalyoni Ahmet Bey’in konağının
kapısındaki binek taşını örtmek için kullanıldığını bilmiyordu. Onun bildiği, tabutta yatanın, ona göre, çok mübarek
bir insan olduğu idi.
On
altı yıl önce, Osman Kahya 17 yaşında bir delikanlı idi. O yıl Kemal Beyefendi Gelibolu’ya mutasarrıf
olarak atanmış ve dört aydan biraz daha uzun bir süre bu kentte yaşamıştı. Osman’ın ‘kahya’lığı, o sırada Bolayır’da
nahiyenin sığırtmaçlığını yapmasından ileri geliyordu. İşte o, 17 yaşında olduğu, 1872 yılının bir
sonbahar akşam üstünde, sabah nahiyeden topladığı sığırları önüne katmış
Baklaburnu ovasından köye doğru çıkıyordu ki yakındaki derenin içinden üç tazı
fırladı ve sürüye doğru koşmaya başladılar.
Osman’ın hemen peşinde de sürüden asla ayrılmayan iri çoban köpeği Çakır
vardı. Yaklaşan tazıları gören Çakır da
yaydan boşanmışça fırlayıp gelenlere doğru yöneldi. Osman dört hayvanın yaman bir kavgaya
tutuşacaklarını hemez sezdi ve kolunun altında tutuğu asasını kaldırıp
köpeklere bağırmaya yeltendi ki, bunu yapmaya fırsat kalmadan, tazıların
çıktığı derenin hemen arkasından bir mavzer gümledi. Birbirlerinin gırtlağına
yapışmak üzere olan hayvanlar anında yerlerine mıhlandılar ve, hepsinin
kulakları dikili, sesin geldiği yana döndüler. Derenin karşı yakasındaki
karaçalıların arkasından üç kişi göründü. İkisi mavzerini koltuğunun altına
sıkıştırmış, üçüncü elinde tutuyordu.
Mavzeri elinde olan tazılara doğru seslendi.
-
Gelin beri more.. Aaaah, her bi şeye salarsınız beyaa..
Tazılar beklenmedik şekilde adama
itaat ettiler ve gerisin geri dönüp yaklaşan üçlüye doğru koşmaya
başladılar. Osman da Çakır’ına seslendi.
-
Nah nah nah, dön be koca Çakırım,
dön be bu yana..
Çakır da, isteksiz de olsa, geri
dönüp Osman’a doğru seğirtti.
Üç avcı Osman’a yaklaştılar. Gelenlerden iri yarı olup sade ve kaba bir
üniforma giymiş olanı Osman tanıyordu.
Bolayır ve civarının asayişinden sorumlu kırserdarı Sabattin Aga
idi. Aga, yanına gelen tazıların boyunlarına
tasmalarını geçirdi ve üçünü birden tek eli ile kontroluna aldı. Osman da Çakır’ı tasmasından tutmuştu. Sabattin Aga seslendi.
-
Naptın beyaa Osman Kahya?
-
Napcam beyaa, ayvanları yaymıştım,
topladım dönüyom işte.
Gelenler
Osman’a iyice yaklaşınca durdular. Sabattin
Aga yanında gelenlerden orta boylu, geniş omuzlu ve hafif tıknaz olana döndü.
- Beyim,
bu Osman Kahya’dır. Tıfıl görünüşüne
aldanmayın, yaman sığırtmaçtır. Bıldır
kışın çok kar yapmıştı. Bu kahya, ikiyüz
koyunla Doğanaslan korusunda üç gün mahsur kaldı. Kurtlar Bolayır’ın
kıyısındaki kümeslere dalıp kazları tavukları boğazlarken, aha bu Çakır köpekle
bir olup kurda tek bir kuzu bile kaptırmadı.
Osman’ın
kestirebidiği kadarı ile, Sabattin Aga’nın hitap ettiği, belli ki önemli bir
kişi idi. Kumral sakalı, saçı gibi
kıvırcığa yakın dalgalıydı. Sırtında
astragan yakalı deri bir redingot, altında dar paçalı süvari pantolu olup
ayaklarına da yüksek konçlu avcı çizmeleri giymişti. Gövdesine göre biraz
büyükçe olan başını üçüncü kişiye çevirdi.
-
Tevfik,
al bak işte, yaklaşmakta olan mukadder cihan-şumul kapışmada bu milletin
vatanını savunmak için ihtiyacı olan cevheri gör, yerinde tanış. Bitirmeye uğraştığım ‘Vatan’ piyesinin
ilhamını nereden aldığımı soruyordun.
Görüyorsun işte, ilham sine-i milletten çıkıyor. Piyeste Silistre ahalisinin vatan
savunmasındaki kahramanlığını anlatıyorum.
Aslında imparatorluğun bütün köşelerinde milletin aksülameli aynı. Ha Bolayır ha Silistre, fark etmiyor.
Osman
Kahya’nın 16 yıl önce, kumral sakallı o yabancının neden söz ettiğinini, o
sözlerin söylendiği o gün anlaması imkansızdı.
Ancak bu gün, Bolayır kırında karşılaştığı o özel kişinin yaşamını nasıl
değiştirdiğini çok iyi biliyordu. Bütün
bunları düşünürken bir taraftan da Sakız Adası’ndan gelen cenazenin yüklenmiş
olduğu yaylı arabayı çeken iki beygirin önüne geçerek dizginlerini
kavradı. Rıhtımda cenazeyi karşılayanların
büyük bir bölümü, cenaze arabasının arkasında sıralanmış diğer yaylı araba ve
landonlara dağıldılar. Arkadaki
arabaların hepsinin hazır olduğundan emin olan Osman Kahya, dizginleri çekerek
konvoyu harekete geçirdi. Yirmibeş – otuz
arabadan oluşan kervan limandan Fener’e doğru giden yolda ağır ağır ilerlemeye
başladı.
Arabaların
Keşan’a giden yolda Karabayır’a varmaları yarım saat aldı. Yokuş yukarı
tırmanmaya başladıklarında Osman Kahya halâ, Mutasarrıf Kemal Beyefendi’nin
hizmetinde geçirdiği üç ayı düşünüyordu.
Bolayır’da karşılaştıkları o ilk gün, kırserdarı Sabattin Aga’nın
kendisini ayaküstü mutasarrıf beye tanıştırmasının ardından mutasarrıf ile
Osman arasında sohbet koyulaşmış, o sırada sığırtmaç avcılara heybesinden
çıkardığı ekşimik, esmer buğday ekmeği ve taze papazkarası üzümlerden ikram
etmiş, zaten gün kavuşmasına az kaldığından dördü birlikte sığırları önlerine
katıp köye çıkmışlardı. Kemal Beyefendi
özellikle Süleyman Paşa’nın türbesini ziyaret etmek istiyordu. Türbe ziyareti sırasında gün batmak üzere idi. Türbe çıkışı Beyefendi uzun uzun Saroz
Körfezi üzerinde batan güneşi ve Ege’nin dillere destan gurubunu kızıldan laciverte
dönünceye kadar izledi. Daha sonra, Tevfik Bey’e döndü.
-
Tevfik,
bu renklerin raksını sonsuza dek bıkmadan izleyebilirim. Onun için, bak bu vasiyetime Sabattin Aga ve
bu delikanlı da şahitler, vadem dolduğunda beni Süleyman Paşanın yamacına, işte
tam buraya defnedin.
Bu tembih,
16 yıl sonra Namık Kemal’in nâşının, vefat ettiği Sakız Adası’nda bir caminin
haziresine defnedilmiş olduğu halde, yakın dostu Ebuziya Tevfik Bey’in
sözkonusu vasiyeti padişaha iletmesi ve Sultan IInci Abdülhamit’in emri ile
kabrinden çıkarılıp Gelibolu’ya gönderilmesine neden oldu. Çok yönlü bir vatansever, düşünür, sanatçı ve
devrimci olan Kemal, Gelibolu Sancağı’nda mutasarrıf, yani devleti temsil eden
en üst düzeydeki memur olduğu sırada, Bolayır’da sığırtmaçlık yaparken tanıdığı
Osman’daki cevheri hemen sezip Gelibolu’da özel postası olmasını sağladı. Namık Kemal’in bilinen meziyetlerinden biri
de, yaşamı boyu Osman gibi daha nice genci kanatlarının altına alıp onları
kollayıp yetiştirerek mevcut yetenek ve becerileri ile müsemma mevkilere
gelmelerine aracı olması idi.
Osman
Kahya, Mutasarrıf Kemal Beyefendi’nin hizmetinde iken onun itimadını iyice
kazanmış, yazdığı yüzlerce mektubun yerlerine ulaşmasını sağlamış, Gelibolu’nun
su dağıtımı ile ilgili sorununun çözülmesinde önemli görevler üstlenmişti. Yazar, Gelibolu’daki memuriyeti sırasında
kaleme alıp bitirdiği ‘Evrak-ı Perişan’ adlı eser ve ‘Vatan’ piyesi ile ilgili
kısımlar bittikçe onların İstanbul’a ulaştırılması görevi de Osman Kahya’nın
sorumluluğunda idi. ‘Vatan’ piyesi ilk kez 1 Nisan 1873’te İstanbul’da sahnelendi.
Oyunu izleyen ahali o kadar heyecanlandı ki, sokaklara dökülüp tezahürat yaptı. Eserin yarattığı tepki saray tarafından
endişe ile karşılandı ve Namık Kemal bu nedenle Kıbrıs’a sürgüne
gönderildi. Oyunun sergilenmesi de bir süre
sonra yasaklandı. Ancak, eser ‘Silistre’
adı ile tekrar oynanmaya başladı. Bu
nedenle, zaman içinde, adı ‘Vatan yahut Silistre’ olarak bilinir oldu. Öldüğünde, şairin kısa ömrü boyunca uğrunda
mücadele ettiği özgürlük ve milli birlik meseleleri, bazı önemli adımlar atılmış
olmasına karşın, henüz tam olarak çözülmemişti.
Namık
Kemal’in cenaze alayı Bolayır’a ulaştığında vakit, Osman’ın 16 yıl önce bu ulu
insan ile ilk karşılaştığı gündeki aynı vakitti. Cenazenin kabre
yerleştirilmesi, üzerinin örtülmesi ve son dinî ritüellerin yerine getirilmesi havanın
kararmaya yüz tutması ile bitirilebildi.
Gökyüzü bulutsuz, ayaz iyice bastırmıştı ve şairin meftun olduğu gurup, onca
ihtişamı ile Saroz ufkundan Bolayır yamacında ebedi yerine yerleşmiş hayranını
selamlıyordu. Osman Kahya, defin törenine katılanlar kabrin başından
ayrıldıktan sonra bir süre daha orada kaldı.
Ayrılmadan, kabir başına yerleştitilmiş kandillerin soluk ışığının
aydınlattığı kabir taşındaki yazıyı bir kez daha okudu.
Ölürsem görmeden millette ümit ettiğim feyzi
Yazılsın seng-i kabrime vatan mahsun ben mahsun.
Cihan Koru
Yukarıdaki yazı, her ne kadar yaşanmış gerçek olaylar ve kişilerden de
söz ediyor olsa da, bir belgesel olmayıp sonuç olarak bir kurgu ürünüdür ve
sanatçı ehliyetine sığınarak kaleme aldığım bir çalışmadır.