Monday, December 21, 2009

GELİBOLU YARLARI (Cliffs of Gallipoli)

Biz Türkler'in “Çanakkale Savaşı” dediğimiz fakat bütün dünyanın “Gelibolu Kampanyası” olarak bildiği o müthiş mücadeleyi tarihte yaşanmış bütün diğer muharebelerden ayıran çok önemli farkı, bu savaşta tarafların birbirlerine karşı kin ve nefret yerine saygı duymuş olmalarıdır.

Bir boğuşmayı “romantik” olarak nitelemek ne kadar doğrudur bilemem ama, Batılı'lar bu sıfatın bu mücadeleye oldukça yakıştığını düşünürler. Sözü edilen özellikler İsveçli popüler metal grubu Sabaton’u da hayli etkilemiş olmalı ki, Arıburnu muharebelerini konu alan “Gelibolu Yarları (Cliffs of Gallipoli)” adlı parçayı yaparak 2008’de çıkardıkları “Savaş Sanatı (Art of War)” adlı albümlerine koymuşlar.

Parçanın sözleri arasında Mustafa Kemal’in, çocukları Gelibolu’da ölmüş Avustralyalı annelere hitaben söylediği aşağıdaki sözlere de atıf var:

"....Bu memlekette kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız huzur içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlâtlarını harbe gönderen analar, gözyaşlarınızı siliniz. Evlâtlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler, onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra artık bizim evlâtlarımız olmuşlardır....."

Bizler için çok kutsal olan bu mücadeleye başkalarının nasıl baktıklarını ilginç bulduğumdan parçanın İngilizce sözlerini takip etmekte zorlanabilecek arkadaşlar için Türkçe’ye çevirdim ve klibe ekledim. Ortaya çıkan Türkçe sözlü klibi de buraya koydum. (Bu videonun daha yüksek çözünürlükte olan bir kopyası da YouTube'dadır (http://www.youtube.com/watch?v=STaDaRyas0E). Bu bağlantı çalışmaz ise, YouTube'a girip arama kutusuna GELİBOLU YARLARI yazarsanız videoyu izleyebilirsiniz).

Umarım beğenirsiniz.

Wednesday, November 18, 2009

Bir Kelaynak Toplantısı Daha



15 Kasım 2009'da Kadıköy Maarif Koleji 2nci Dönem mezunlarından ("kelaynaklar"dan (1)) 19 Vatandaş Fenerbahçe'deki İstanbul Yelken Kulübü'nde bir araya gelerek hasret giderdi.

Toplantıya ait diğer fotoğraflara aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz;
(Sayfa açıldığında çok sayıda 'thumbnail' göreceksiniz. Sözkonusu toplantının resimlerini görmek için sayfanın aşağısına doğru inin).

http://www.flickr.com/photos/cihankoru/sets/72157603444735912/

(1) Kelaynak = Kadıköy Maarif Koleji'nin adı daha sonra "Kadıköy Anadolu Lisesi" olarak değiştirildiği için, Maarif Koleji'nden mezun olanlar da artık soyu tükenmekte olan bir gurup olduklarından "Kelaynak" olarak anılırlar.

Monday, November 2, 2009

Feraizci Mehmet Şakir

Büyük Dedem (Anneannemin babası) Feraizci Mehmet Şakir

Mehmet Şakir, baba tarafından Buhara'lıdır. Dedesi Buhara'dan Kastamonu'ya gelmiş, daha sonra Bursa'ya yerleşmişti. Dedeleri feraizci oldukları için aile hep "feraizcizade" olarak anılmışdır. Babası Hadip Efendi, annesi Fatma Hanımdır. O da, bir başka feraizci kızıdır.
M. Şakir 1853 yılında, Bursa'da Alacamescit (bu gün Alaca) mahallesi, Feraizci sokakta (bu gün Devlet Tiyatrosu bitişiğinde), üç katlı harem ve selamlık olarak iki bölümlü bir evde doğmuştur. Babasının sahaf olduğu söyleniyor. M.Şakir babasını küçük yaşta kaybetmiş, annesi tarafından büyütülmüştür. Bu yüzden annesine olan sevgi ve saygısı ömrü boyunca sürmüştür.
Doğduğu evi, annesinin ölümünden sonra, onun vasiyet ettiği şekilde hissedarlardan satın almıştır. Kırklareli'deki sekiz yıllık memuriyeti dışında, hep bu evde yaşamış ve burada ölümüştür. Basımevini de bu evin zemin katında kurmuştur. Öğrenimi bütünüyle özeldir. Önceleri babasının arkadaşları olan hocalardan dersler almış, daha sonra öğrenmeğe ve okuyup yazmaya olan hevesi nedeniyle ömür boyu çalışarak, kendisini yetiştirmiştir.

Elimizde 1936 yılında çıkarılmış (rumi 1284-1327= İ.S. 1868-1911) yılları arasındaki 43 yıllık devlet hizmetini gösteren bir sicil sureti var. Buna göre 1868 yılında (onbeş yaşındayken) Hüdaavendigar Vilayeti (Merkezi Bursa) Mektubi Kalemi Kitabeti'ne mülazimeten (stajyer olarak) tayin edilmiş, aynı yıl asil olarak göreve başlamıştır. 1873 de aynı kalemde müsevvitliğe tayin edilmiştir. Aynı yıl göreve ek olarak Vilayet Matbaası (İl Basımevi) ikinci mukarrirliğine (yazarlığına), 1877 de ise, 24 yaşında Mektubi Kalemi Mümeyyizliği, gibi diğer memurların ileri yaşlarda ulaşabileceği bir yere gelmiştir. 1877 yılında da "Salise Sınıfı Mütemayizi Rütbesi" ile ödüllendirilmiştir.

1878 de Vilayet Matbaası Müdürlüğü'ne tayin edilmiştir. Böylece 25 yaşında mümeyyiz, Vilayet Matbaası Müdürü ve 1. muharriri olmuştur. 1879 da "Saniye sınıfı mütemayizi rütbesi" adında bir ödül daha almıştır.

1879 yılında Ahmet Vefik Paşa Bursa'ya vali olarak gelmiş, dört yıla yakın bir süre kalmıştır. Paşa Bursa'da kültürel ve bayındırlık çalışmalarında bulunmuş otoriter bir valiydi. M. Şakir'in Paşa'yı tanıması yaşamında bir dönüm noktası olsa gerektir. Çünkü tiyatroyu tanıması, sevmesi ve komedi türünde yapıtlar vermesi bu sayede olmuttur.

Paşa, Bursa'ya geldiği sıralarda İstanbul'daki Fasulyaciyan Tiyatrosu'nun kapatılmış olması bir fırsat yarattı: Paşa bu tiyatroyu Bursa'ya getirtmiş, bir tiyatro binası yaptırmış, aktörleri de maaşa bağlamıştır. Paşa birde altı kişiden oluşan "Tiyatro Muhipleri Encümeni" kurmuştur. M. Şakir bey encümend üye idi. Paşayla beraber oyun provalarına katılıyordu. Haftanın belli gecelerinde oyunlar oynanıyor, memurlar ve halkla birlikte M. Şakir de orada bulunuyordu. Vilayet Matbaasında Pata'nın yapıtları basılıyordu.

Eski düzen bir yaşama alışmış olan Bursa'lılar için bu durum çok özel ve yeni idi. fakat bu tiyatrolu yaşam uzun sürmemiş, Paşa 1882 de Sadrazam olarak İstanbula dönmüş, üç gün sonra azledilmiştir.
A.V. Paşa'nın Bursa'dan ayrılmasından sonra onunla işbirliği yapanlar hakkında soruşturmalar açılmıştı. M. Şakir küçük bir sorgulamada aklanmıştı, bir zarar görmemişti.

A.V. Paşanın ayrılışından bir yıl sonra M. Şakir "Feraizcizade Matbaası" adıyla kendi basımevini kurmuştur. S. Cevdet Kudret'e göre bu tarih 1883'tür.

M.Şakir'in altı tane olan Moliere'vari oyunu 1885 başı ile 1886 sonlarına kadar iki yıl içinde basıldığı kabul edilebilir. Çünkü kitaplarının üzerinde basıldığı yıl değil, MAARİF NEZARETİ'nden basımı için alınan izin tarihleri vardır, hepsinin izin tarihi yılında basıldığı düşünülüyor. Bunlar:
1-İnatçı yahut Çöpçatan.
2-İcab-ı Gurur yahut İnkılab-ı Muhabbet.
3-Evhami.
4-Kırk Yalan Köse.
5-Yalan Tükendi.
6-Teehhül yahut İlk Gözağrısı'dır.

Cevdet Kudret, M.Şakir'i "çeviri ve uyarlamaları çok başarılı olan Ahmet Vefik Paşa, Ali Bey, Teodor Kasap'ı bir yana bırakırsak, yerli eser verenler arasında Şinasi'den sonra en önemli sanatçı ve ancak uzun süre farkına varılmıyan, beş on kişi arasında adı duyulan bu yetenekli sanatçıyı "Türk Moliere'i olarak anılmaya değer bir usta sanatçı olarak görüyor.

1885'de Bursa "Salname" sinin hazırlanması ve bastırılması görevi M.Şakir'e verilmişti. Bursa salnamelerini inceleyen Oğuz Bora'nın açıklamalarından özetle şunları öğreniyoruz: (bakınız, notlar bölümü, no. 7). Salname bir yıllıktır. Bursa'da ilk salname 1869, sonuncusu da 1927 de basılmış olup hepsi 34 tanedir (Osmanlıca olanlar' arap harfleriyle olanlar). M. Şakir'in hazırladığı salname " İfade-i Mahsusa" adlı bir önsözle başlar. M.Şakir burada salnamelerin sadece ilin biraz tarih-coğrafyası, memurları ve bazı ayrıntıları bildirmekle kalmayıp, artık salnamenin anlamının değişmesi gerektiğini savunuyor. Örneğin ilin hangi yönlerden ilerleyip hangi yönlerden geri kalmadığını da göstermelidir... 1885 Salnamesi Feraizcizade basımevinde basıldı. Aynı yıl kendisine" Dördüncü dereceden Mecidi nişanı" verilmiştir.

1886 Da ilin Basımeni Müdürlüğü'ne bir başkası tayin edildiği için bu görevden ayrıldı, yazarlığı ise sürdü. Kağıtları arasından çıkan belgelerden onun beş kere "Mürur tezkeresi" alarak İstanbul'a gittiği anlaşılıyor. Herhalde Basımevi'nin makineleriyle bunlerı işletecek adamı be gidişlerinde getirtmiştir.

M. Şakir 1886 da oyunlarının basımı bittikten sonra bu defa da dergi çıkarmaya başladı. 1886-1891 yılları arasındaki beş yılda "Nilüfer" adlı dergiyi altmış sayı olarak çıkardı. Derginin hazırlanması git gide zor ve yorucu olamsı nedeniyle Nilüfer'i kapattı.

M. Şakir, Nilüfer dergisini beş yıl "Halkı aydınlatıcı bilgiler verdiği, ihtara mahal bırakmaksızın iyi idare ettiği için" 1892 yılında Bursa" Mülkiye İdadi Mektebi" (sivil lise) ne edebiyat ve ahlak öğretmeni tayin edilmiş ve 1896 da bu görevi kimya öğretmeni olarak değiştirilmiştir.

1893 de daha sona yazacağı Perseng kitabının ana fikirlerrini kapsayan "Gündoğdu" adlı dergiyi üç nüsha basmış ve satılması için İstanbul'a göndermiştir. Notlarındaki kayda göre "ne yazık ki Gündoğdu" nun gidişi ermeni isyanına (1893) rastlamış, emanetçi A_ndon Efendiye ulaşan dergiler yerlere saçılmış ve çamurlara bulanışdır".

Bundan sonraki yıllarda Perseng'i yazmış, elyazması ve yaldızlı bir nüshası 2. Abdülhamid'e göndermişti. Ve türk dili üzerine olan bu yapıtının olumlu karşılanacağını ummuştu.
1896 da birdenbire bütün görevlerinden uzaklaşrıldı. Evin de oturmaya zorlandı. Bir süre sonra (1897) vali tarafından azledildi. Basımevi de kapatılmıştı. Böylece geçimini sağlayacak hiçbir iş yapmasına olanak kalmadı. (Evinde gözaltı). Buyaşam dört buçuk yıl sürdü.

Görevlerini bunca yıl başarıyla sürdürmüş bir memurun bu duruma düşürülmesinin nedenleri ne olabilir?
1-) M.Şakir Bursa valisi için notlarında "Vali Halil Paşa ve yardımcısı Emin Rauf Beyler fakirle (benimle) uğraşıyorlar" , "bazı gizli evrakı benden saklıyorlar, ben de bazı emirlerini yerine getirmiyorum." gibi açıklamalardan anlaşmazlığın ana nedeni pek anlaşılmıyor. 1897 de Hüdavendigar Vilayeti Mektupçuluğuna tayin olan Süleyman Nazif'in bir mektubunu inceleyelim.
Süleyman Nazif Avrupa dönüşü Bursa'ya, orada oturma zorunluluğu koşuluyla tayin edilmiş, 1908'e kadar burada kalmıştır. M.Şakir ile görevleri sırasında karşılaşmamış olmaları gerekir.
Süleyman Nazif 1901 de Mabeyne yazdığı bir mektupta şunları anlatıyor: "Halil adında bir memur mal sandığını (devlet maliyesini) soyduruyor. Vali ve adamları da razı oluyorlar, Dul ve yetimlerle padişaha hizmet edenlerin maaşları ödenmiyori şikayetedenler dövülüyor, eziyet ediliyor hatta öldürülüyor. Kendileriyle işbirliği yapmayanlar ihanetle suçalnıyor diyor. Şimdi de kendisine taaruza başladıkalrını anlatıyor ve yirmi dört saatliğine İstanbul'a gelmesine izin verilirse belgelerle iddialarını ispat edeceğini bildiriyor." M. Şakir'in anlatmadığı bu olaylar kendisinin neden istenmediğini pek güzel anlatıyor.

2-) İbret adındaki bu kitapta Bursa'da altı jurnalcı adı sayılıyor. Bunların çoğu asker, bazıları asker okullarında müdür veya öğretmen...M.Şakir ilerici fikirlerinden ötürü jurnal edilmişve merkezden (Dahiliye Nezareti değil) gelen gizli bir emirle valiye azlettirilmiş olabilir.

3-) Perseng kitabı 2. abdülhamit'e ulaşmış mıdır? Ulaşmış ise taşıdığı radikal fikirlerdenm ötürü tehlikeli (yazarı) görülmüş ve azli sağlanmış olabilir.

4-) En önemli bir nokta da, Osmanlı Devletinin 1896 daki içinde bulunduğu durumdur. 1896 da İTTİHAT ve TERAKKİ örgütü 2. Abdülhamit'i tahttan indirmek için çok önemli bir komplo hazırlamış, son gece ortaya çıkması sonucunda İttihatçılar ve onlara yandaş olan küçük büyük memurlar çil yavrusu gibi dağıtılmışlardır. Vapurlara bindirilen insanlar aileleriyle birlikte Mısır, Fizan, Suriye, Filistin Hicaz gibi uzak eyaletlere sürülmütlerdir. M. Şakir de bu kurbanlardan biri olabilir.

M. Şakirin işten uzaklaştırılmasında bu nedenlerden biri veya birkaçı ayrı zamanda rol oynamış olabilirler.

M.Şakir 1901 yılında Bursa'dan gizlice ayrılıp İstanbul'a geldi. Dahiliye Nezareti'ne (İçişleri Bakanlığı'na) başvurarak başına gelenleri anlatı. Bir taraftan da Şura'yı Devlet'e (Danıştay) baş vurdu. "Görevini ifaya bir mani yoktur" biçiminde bir karar verilince kendisine bir miktar maaş bağlanmış ve bir yer açılıncaya kadar beklenmesi söylenmişdi. Burada önce Gedikpaşa'da sonra Samatya'da olmak üzere iki buçuk yıl ailesiyle beraber çok sonıflı bir yaşam sürdü. Sonunda Edirne Vilayeti'ne bağlı Kırkkilise Sancak'ı Tahrirat Müdürlüğü'ne tayin edilmiştir. 1 Mart 1904 ılında görevine başlamıştır. Burada sekiz yıl kalmış, ilk yıllar çok başarılı çalışmaları olmuştur. Sonraları Amirleri olan yöneticilerle uyum sağlaması zorlaşmaya başlamıştır. Birkaç kez değişen mutasarrıflar yönetimde kendilerine göre bir davranış sergiliyorlardı. Mehmet Şakir'in natlarında bize en ilginç gelen bir örnek: "Yeni gelen Mutasarrıf kendi tayini şerefine hapishanedeki bütün hükümleri (213 kişi) salıvermişti. Böylece hırsız, katil hayret ve dehşet içinde kalmıştı. M. Şakir'in bu tip yönetinmden ve keyfi davranışlardan hoşlandığı veya karşı geldiği düşülülebilir. Sonunda M.Şakir'den kurtulmak istiyenler, kendisini Niğde Tahrirat Müdürü ile becayiş (yer değiştirme) ettirmişlerdir. İstediği dışındaki bu tayini kabul etmiyen M. Şakir yeni görevine gitmediği için azledilmiştir (1911). Edirne Vilayetinden gelen bir yazıda 43 yıllık bir memura yapılan bu muameleden dolayı Vilayet üzüntülerini bildirmiştir. Ancak tayin ve azil karşısında bir şey yapılamamıştır. Bursa'ya dönen M. Şakir, uzun yıllar mücadeleli geçen çalışmalardan yorgun düşmüştü. 1911 ramazanında, bayramdan sonra emekliliğini isteyaceğini kızlarından biri olan Lebibe'ye söylemiş, fakat bir gece ani bir kalp krizi nedeniyle 58 yaşında yaşama veda etmiştir.

Monday, October 19, 2009

ABD'de Türk Folkloru

Aşağıdak pasaj, üzerinde çalışmakta olduğum kitabımdan alıntıdır.

........
Önde Dr. Naci Bey, arkasında diğer iki doktor ve Törk, Ohio State Üniversitesi’nin kapalı spor salonu olan devasa St. John’s Arena’ya doğru yöneldiler. Büyük ana kapıdan girdiler ve tribünlere ulaşmak için karşılarına gelen merdivenlerden çıkmaya başladılar. Merdivenlerin yarısına henüz ulaşmışlardı ki, spor salonundan yükselen bir ses, bir davul-zurna ikilisinin kulağı delerken göğsü yumruklayan sesi, gelenlere ulaştı. Merdivenlerin tepesine çıkıp aşağıda kalan oyun sahasına baktıklarında manzara muhteşemdi. Ortada zeybek giysileri içinde bir genç adam zurna üflerken, hemen yanında geleneksel üçetek giymiş bir genç kız boynunda asılı ramazan davulunu ritimle tokmaklıyordu. Muhteşem olan bu ikilinin yaptıkları müzik değildi. Törk’ün ve yanındaki Türk doktorların yüreklerini heyecanla kabartan, bu genç adamla genç kızın etrafında elele vermiş, enstrümanların ritmi ile dalgalanan yüzden fazla Amerikalı gençti.

Yeni gelen dört Türk tribün sıralarını bölen merdivenlerden inerek oyun sahasına yaklaştılar ve en öndekinin üç gerisindeki sıraya yan yana iliştiler. Şimdi zurnayı üfleyen genç ile davulu çalan genç kızı daha yakından görebiliyorlardı. Delikanlı hafif göbekli ve omzuna kadar uzun saçlı idi. Kısa bir sakalı ve bıyıkları vardı. İzleyen Türkler, Anadolu folkloru konusunda uzman olmadıklarından, genç adamın üzerindeki zeybek giysilerini andıran kıyafetin aslında herhangi bir yöreye özgü bir giyim tarzını yansıtmadığını anlamaları olanaksızdı. O anda onları etkileyen önlerindeki alanda daha önce benzerlerini çok gördükleri tanıdık bir kıyafet içindeki bu kişinin, fareli köyün kavalcısı misali, etrafındaki gençleri tek vücut hale getirmiş ve gene kulaklarına yabancı gelmeyen bir ezgi eşliğinde oynatmakta olduğu idi. İzleyiciler biraz dikkatle dinleseler, zurnadan yükselen ezginin de bilinen bir halk oyunu parçası olmayıp Modern Folk Üçlüsü’nün popülerleştirdiği Ali Paşa Ağıtı olduğunu fark edebilirlerdi.

Zurnacı gencin milli kökenini belli edecek belirgin bir etnik tipi yoktu. Ancak davul çalan genç kız anglo-sakson ırkın bütün özelliklerini taşıyordu. İnce uzun boylu, pembemsi beyaz tenli, mavi gözlü ve düz uzun sarı saçlı idi. Zurnayı çalanın müziğin ritmini vurgulamak çabası ile aleti üflerken eğilip bükülmesine karşın davula daha bir ruhsuz vuruyordu. Ama bu ayrıntı da, manzara karşısında apışmış dört Türk’ün dikkatinden kaçtı. Gördükleri ve duydukları, bulundukları mekânda izleyip dinleyecekleri önceden söylense asla ihtimal vermeyecekleri bir olaydı. Sıradan vatandaşının haritada Türkiye’nin yerini gösteremeyeceği Amerika Birleşik Devletleri gibi bir ülkede, hem de o ülkenin kendi kültürü dışındaki kültürlerle bağı sıfır düzeyde olan, Ohio gibi, kültürel açıdan içine kapalı bir eyaletinde, yüz küsur Amerikalı genç Anadolu folklorunun ritmi ile oynuyordu. Bu az şaşırtıcı bir şey değildi.

Dört doktor ve Törk’ün ilgi, şaşkınlık ve hayranlıkla izledikleri çalışma yirmi dakika kadar daha devam etti. Dansçı Amerikalı gençler dağılmaya başlayınca, kendilerini izleyen dört kişiyi fark eden zurnacı genç adam onlara doğru geldi.
- Hoş geldiniz Naci Bey. Nasıl buldunuz çalışmayı?
- Doğrusu çok heyecanlandık. Bu kadarını beklemiyorduk. Kimdir bu gençler, nereden buldun bizim oyunlara merak duyan bu kadar insanı?
- Doktor Bey, bu gençler yalnız Türk oyunlarına değil, başka milletlerin de halk danslarına ilgi duyuyorlar. Bu ülkenin hemen her eyaletinde, özellikle Avrupa folkloruna ilgi duyan insanların oluşturduğu etnik dans kulüpleri vardır. Burada gördükleriniz de Ohio eyaletindeki böyle bir kulübün üyeleri.
Törk lafa girdi;
- Peki kim öğretmiş bunlara bizim oyunları?
- Ben
dedi, zurnanın ağızlığını çıkarıp silerken. Söyleyiş tarzındaki gururu sezmemek mümkün değildi.

Dr. Naci Bey tekrar konuştu;
- Bora, bugün buraya ne için geldiğimizi biliyorsun.
- Biliyorum Doktor Bey. Türkiye’den bir halk oyunları gurubu getirip Amerika’da gösteriler yapacağız. Bunun ayrıntılarını konuşacağız.

FOTEM Türk Halk Oyunları Topluluğunun Amerika turnesinin planlanması o gün orada başladı.


Naci Bey, Törk ve diğer iki Türk doktor’un St John’s Arena’yı ziyaret ettiklerinden tam iki ay sonra, aynı kampüsde farklı bir binadayız. Saat 19:55. Burası Ohio State Üniversitesi’nin en büyük konser salonu Mershon Auditorium. 1500 kişi kapasiteli salonun hemen tamamı dolu. İzleyicilerin çoğunu Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta-Batı bölgesinde yaşıyan Türk’ler oluşturuyor. Buna karşılık, kalabalığın içinde doğma büyüme Amerikalılar da az değil. Saatler 20:01’yi gösterdiğinde sahne arkasından güçlü bir zurna sesi yükseliyor. Salondaki Türklerin arasında bu sesi canlı olarak çok uzun yıllardır duymamış olanlar çoğunlukta. Bunların çoğunun belleği zurna sesini, Türkiye’de bıraktıkları çocukluklarının bayram sabahları radyodan yükselen oyun havaları ile eşleştiriyor. İyice loşlaşan salonu gittikçe güçlenerek dolduran bu ses, Türk kökenli izleyicilerin yüreklerini iyice titretmeye koyulduğunda zurnaya bir de davul ritmi ekleniyor. Davul zurna düeti ile perde de yavaşca açılıyor ve sahnede yerlerini almış danscılar ortaya çıkıyor. Salonda inanılmaz bir alkış ve çığlık fırtınası kopuyor. Törk, çevresindeki Amerikalılar’ın da havaya girip heyecanlandıklarını fark ediyor. Onlar da Türkler kadar gürültü çıkarıyorlar.

O akşam FOTEM halk oyunları gurubu Columbus’lu izleyicilere Türkiye’nin farklı yörelerinden on beş kadar değişik oyun sundular.

..................

Cihan Koru

Sunday, August 30, 2009

Türban Yasağı ile ilgili görüşüm

Benim anneannem kıyafet devrimi ile başını açtı. Annem başını hiç kapatmadı. Eşim başını hiç kapatmadı. Kızım bir gün kendi isteği ile başını kapatırsa üzüntüden kahrolurum. AMA!!!, üniversitede türban yasağının kalkmasından yanayım. Bir genç kız bana gelse, "Söyle üstat, üniversiteye giderken başımı açayım mı, kapayayım mı? Sen ne dersen öyle yapacağım" dese (kimsenin böyle bir şey için gelip bana danışacağı yok ya; işte "farz ola" diyorum). "Aç kızım, çağdaşlıktan korkma. Tanrı'nın da üniversiteye başın açık gittiğin için seni kınayacağına inanmıyorum" derim. Ama o genç kız kendi isteği ile başını kapamak istiyor ise, o zaman buna da saygı göstermek zorundayım. Sonuçta, üniversitede başını açmak isteyen ve kapalı olmak isteyenlerin birbirleri ile beraber yaşamayı öğrenmeleri gerektiğine inanıyorum. Haa, günün birinde ticaninin biri gelip benim kızımın veya eşimin de başını kapatmasını isteyecek veya zorlayacak olur ise; o zaman onu da doğduğuna pişman ederim. Aslında benim birşey yapmama gerek kalmaz, kızım veya eşim onun canına okur. Ben hakkımı korumasını bilirim. Türkiye’de çağdaş normlara göre yaşamak isteyen insanların da gerçek baskıya pabuç bırakmayacaklarına inanıyorum. Onun için kimsenin de kılık kıyafet özgürlüğünün kısıtlanmasından yana olamam.