Wednesday, September 23, 2015

POSTALSIZ YÜZBAŞI

(GELİBOLU RÜZGARI dergisinin Eylül 2015 sayısında yayınlanan kısa hikayem)


Nikolay Petronoviç, Saratov gemisinin küpeştesine dayanıp altıyüz metre kadar yaklaşmış oldukları kente ilk kez baktığında, beş yıl önce kırk kilometre kadar daha batıda, Anafartalar köyü yakınında Avusturalya ve Yeni Zelanda birlikleri ile Osmanlı kuvvetleri arasında yaşanmış olan büyük boğazlaşmaya destek veren İngiliz donanmasının topları ile hayli hasar görmüş olan Gelibolu, yıkık dökük binaları ile, bir süre konuk edeceği bu yabancıya hiç de sevimli bir görüntü yansıtmıyordu. Daha bir aydan kısa bir süre önce Kırım’da Bolşevik devrimci güçlerine yanilerek ülkerelerini terk etmek zorunda kalmış olan yüzelli bin Beyaz Rus kitlesinin bir parçası olarak Saratov ile Gelibolu’ya gönderilen otuzbin kişilik kafilenin içinde, 22 yaşında genç bir subay olarak yer alan Nikolay, her şeye rağmen, çok zor koşullar altında yaşamak zorunda kaldığı gemiden kurtulup karaya ayak basacağı için tanrıya şükretti.

O 26 Kasım 1920 günü Gelibolu’ya ulaşanlar zorla ayakta durabilen, haftalardır süren açlıktan avurtları çökmüş perişan bir kafileydi. Nikolay, rıhtıma çıktıklarında Fransızlar’ın dağıttığı kişi başına düşen bir buçuk somun ekmek ve yarım kavanoz et konservesini bir lokmada gövdeye indirdi. Gelenler karaya çıktıktan kısa bir süre sonra şehrin altı kilometre batısında, bugün Münip Bey Çifliği’nin olduğu yerde, kurulu kampa yerleştirildiler. Kafilenin içinde, Bolşeviklere karşı Çarlık düzenini savunmak üzere Beyaz Rus ordusuna katılmış gönüllü asker ve subaylar yanında, bunların eşleri, çocukları, bazı yaşlı aile fertleri ve çeşitli askeri okulların öğrencileri de vardı. Çoğu sobasız ve ocaksız çadır ve barakalara yerleştirilen gelenler, Rusya’daki gibi serin bir iklimden geldikleri halde kasım ayı sonlarında Gelibolu’yu etkisi altına alan keskin ayazdan etkileniyor, zaten bağışıklık sistemleri zayıflamış olanlar hasta düşüyordu.

Büyük savaşın Osmanlılar açısından bitmesi için imzalanan Mondros ateşkes anlaşması uyarınca Gelibolu Fransız işgali altına girmişti. Ancak, Yunanlılar Gelibolu’yu işgal etme konusunda Fransızlar’dan daha iştahlı olup onlardan önce, 4 Ağustos’da, karaya çıkarak şehrin denetimini devralmışlardı. Aslında, Yüzbaşı Nikolay ve diğer 30,000 kadar Beyaz Rus’un Gelibolu’ya geldikleri günlerde Anadolu ve Trakya’da güç dengeleri gün be gün değişmekte idi. 1917’de komunist devrimini başlatan Bolşeviklere karşı mücadelelerini kaybeden Beyaz Ruslar, Birinci Dünya Savaşını kazanmış olan devletlerin (İngiltere, Fransa, Yunanistan, ABD, vs.) savaştaki müttefikleri olduklarından himaye altına alınmışlar ve kaçmak zorunda kaldıkları ülkelerinden çıktıktan sonra geçici olarak, İstanbul, Gelibolu ve Limni adasına yerleştirilmişlerdi. Öte yandan, Osmanlı kuvvetlerine karşı büyük savaşı kazanmış olan devletler Anadolu’yu bölüşmeye geldiklerinde, Türk halkının postu kolay teslim etmeye hazır olmadığını gördüler. Mustafa Kemal’in öncülüğünü yaptığı Türk Ulusal Hareketi, mücadelesine destek olmaları için Rusya’da Sovyetler ile ilişkileri ilerletmekte idi. 17 Ağustos’da Mustafa Kemal’in görevlendirdiği bir heyet Moskova’da Sovyetler ile işbirliği görüşmelerine başlamıştı. Beyaz Ruslar’ın Gelibolu’ya varmasından kısa bir süre önce külçe altın halinde ilk parti Sovyet yardımı Erzurum'a gelmiş ve Türk Ulusal Hareketi kuvvetleri tarafından teslim alınmıştı. Yine kısa bir süre önce, Sovyetler’in Rusya’nın Tuapse limanından gönderdiği ilk savaş malzemeleri de Trabzon'a ulaşmıştı. 4 Ekim’de ilk Sovyet elçilik heyeti Ankara’ya gelmiş, Ali Fuat Paşa da Ankara hükümetini temsilen Moskova büyükelçiliğine atanmıştı. Buna karşın, Gelibolu’daki Beyaz Rus kolordusundaki bazı subayların Mustafa Kemal’in ordusuna katılma niyetleri öğrenildiğinde bu subaylar bizzat kolordu komutanı General Kutepov tarafından diğer askerlerin önünde sille tokat dövüldü (s 22). Uzun lafın kısası, Beyaz Ruslar Gelibolu’da kendi müttefikleri tarafından geçici olarak himaye altına alınmışlar, buna karşılık ülkenin vatanseverleri galip devletlere baş kaldırarak Beyaz Ruslar’ın can düşmanı Bolşeviklerle yakınlaşmakta idiler. Ruslar’ın Gelibolu’da ne kadar kalacakları ve Anadolu’da başlayan Ulusal Hareket’in başarıya ulaşması durumunda akıbetlerinin ne olacağı meçhul idi.  



Rus askerlerin çoğunun, hatta subayların bazılarının ayaklarına giyecek ayakkabı veya postalları yoktu. Ancak, en azından bu durum nedeni ile yerel halktan utanmaları gerekmiyordu. Çünkü, Gelibolu’nun yerli ahalisinin büyük çoğunluğu da ayakkabı alamayacak kadar yoksuldu. Yüzbaşı Nikolay’a ancak Gelibolu’dan ayrılacağına yakın bir çift postal verilebildi.

Kasım ayının iliklere işleyen soğuğuna karşın, 1921 yılının ilk haftası Gelibolu’da hava, ocak ayında beklenmedik şekilde ılık ve rüzgarsız idi. Nikolay, diğer genç subaylarla zaman zaman şehre inip çarşıda gezinme fırsatı buluyordu. Bu şehir gezileri sırasında kırmızı ponponlu beyaz bereleri ile gezen Fransız danizcilerine, kapkara Senegalli askerlere ve süslü üniformaları ile dolaşan Yunan polislerine rastlıyordu. Nikolay, kamptan iki arkadaşı ile o hafta içinde bir gün şehre indi. Limana indiklerinde Artemida gemisini gördüler. Bir süre önce Fransızların da baskısı ile, Beyaz Ordu nefer ve subaylarına, isteyenlerin askerlikten ayrılıp ‘mülteci’ statüsüne geçebilecekleri, bunların da Avrupa ülkelerine giderek iltica hakkı talep edebilecekleri söylenmişti. Ne yazık ki, bu seçimi yapıp Avrupa’ya giden ilk kafileyi hiçbir ülke kabul etmemiş ve Artemida ile geri dönmüşlerdi.

1921’in mart ayına gelindiğinde, Gelibolu’daki Rus varlığı, ilk geldiklerindeki karmakarışık ve düzensiz görüntülerini hayli aşmış, dışarıdan bakıldığında çok daha disiplinli ve düzenli bir izlenim veriyordu. Nikolay o gün tabur komutanı tarafından şehre gönderilerek General Georgiyeviç’in evine uğrayıp Almanca kursunda kullanılmak üzere bazı kitapları ödünç istemekle görevlendirilmişti. Generalin kaldığı eve giden yolun üzerinde servi ağaçlarının çevrelediği, kıyısında fıskiyelerin yer aldığı büyükçe bir süs havuzu vardı. Havuzun başında yirmi otuz Senegalli asker durmuş binek katırlarını suluyordu. Nikolay, bir iki dakika bu renkli manzarayı izledikten sonra generalin az ilerdeki evine yöneldi. Eve vardığında bahçe kapısı aralık olduğu halde içeri girmeyerek dışarıdan seslendi; ‘Sayın Generalim!’. Kısa bir sessizlikten sonra, iki katlı evin arka tarafından dolanarak gelen genç bir kız Nikolay’a yaklaştı ve üç adım kadar uzağında durdu. Gelibolulu Türk kadınların sürekli baş örtülü, hatta çoğunun çarşaflı olup bütün erkeklere karşı ürkek davranışlarını bilen Nikolay, başı açık bu kızın generalin ailesinden olabileceğini düşündü. Ancak, kız bozuk bir şive ile Rusça “Jeneral yok ” deyince yanıldığını anladı. “Ne zaman döner?” diye sordu Nikolay. Kızın yüzündeki ifadeden sorulanı anlamadığı belli idi. Delikanlı, çaresiz, geri dönmesi gerektiğini düşündü. Ancak genç kızın güler yüzü ve sıcakkanlı davranışından yüreklenerek sordu; “Senin adın ne?” Sarışına yakın kumral saçlarını iki kuyruk şeklinde örmüş olan kız bu kez sorulanı anladı; “Kalliyope” diye yanıtladı. Nikolay, gülümsedi ve kendini işaret ederek “Nikolay” dedi. İki genç bir iki saniye birbirlerine baktılar sonra delikanlı elini hafifçe ‘hoşça kal’ anlamında kaldırdı ve arkasını dönüp uzaklaşmaya başladı. Elli metre kadar gidip sokağın köşesine geldiğinde durup geriye baktı. Kalliyope hala bahçe kapısında idi ve arkasından ona bakıyordu. Bu kez genç kız aynı şekilde elini kaldırdı. Nikolay bir an durdu sonra köşeyi dönüp çarşıya doğru yöneldi. 1917 yılının ekim ayında patlak veren Bolşevik devriminden bu yana Kırım ve Ukrayna’da, Çarlık düzeninin tekrar yerine kurulması için, çoğu gönüllülerden oluşan Beyaz Rus ordusunda, Sovyetlere karşı olduğu kadar açlık, hastalıklar ve sefalet ile de mücadele ettiği son dört yıl içinde karşı cinsten kimse ile yakınlaşmamıştı. Gelibolu’da yaşamı bir az olsun sakinleşip en azından ölüm korkusundan kurtulmuş olmasına rağmen yoksulluk ve geleceği ile ilgili belirsizlik Nikolay’ı hayli bezdirmişti. Tam da bu ruh hali içindeyken genç ve güzel bir kızın kendisi ile ilgilenir görünmesi genç subayı etkilediği kesin idi.

Haziran ayı yarılandığında Gelibolu çevresindeki ekin tarlalarında buğday hasadı başladı. Herhangi bir ödenek veya maaşları olmayan Rus erleri ve hatta bazı subaylar üç beş kuruşluk cep harçlığı için hasatta çalışmaya başladılar. Nikolay da bir kaç gün orak biçmeye gitti. Uzaktan bakıldığında daha uzun bir süredir güneş altında çalışıyor olmaları nedeni ile daha esmer görünen Türk çiftçiler arasında genellikle sarışın ve beyaz gömlekli Ruslar hemen ayırt ediliyordu. Rus askerler yalnız çitçilere değil zaman zaman Rum balıkçılara da yardımcı oluyordu. Sahilde ağ çeken balıkçıların arasına karışmış tek tük Rus askeri görmek artık pek şaşırılacak bir şey olmaktan çıkmıştı. Türk ahalinin Ruslara karşı tutumu da oldukça dostane ve misafirperver idi. Az da olsa, bazı varlıklı Türklerin, Rus ailelerden bazılarını evlerinde konuk ettikleri dahi görülüyordu. Yerli halkın bu konukseverliğini erken keşfeden Rus erleri, özellikle, Gelibolu’ya ilk geldikleri ve yeterli gıda bulamadıkları kış aylarında akşamları şehrin kıyısındaki Türk konaklarına kadar gelip camları tıklatarak pencereye çıkan konak sahiplerinden “khleb, khleb” diye ekmek isterlerdi.

Nikolay’ın Gelibolu’da geçirdiği yaşamından hafızasında yer eden en canlı anılardan biri de yaz sonuna doğru şahit olduğu bir Rum defin işlemi sırasında gördükleri oldu. O gün, şehrin kıyısındaki küçük bir Rum mezarlığının yanından geçerken, ağlamakta olan yaşlı bir Rum kadını ve onu teselli etmeye çalışan bir papaz gördü. Defnedilen, kadının son yakını idi ve o yıllarda Gelibolu’da tifodan sonra en çok can alan veremden ölmüştü. Rum mezarlığı küçük bir Müslüman türbesinin hemen bitişiğinde idi. O sırada, türbenin Rum mezarlığına göre diğer tarafındaki servi ağaçlarının altında bir kaç Rus asker oturmuş, Rum mezarlığındaki definden habersiz, biri gitarıyla hafifçe eşlik ederken bir diğeri de şaşılacak güzellikte bariton fakat yumuşak sesiyle popüler bir Rus halk şarkısını, Katyuşa’yı, söylüyordu.

Çiçeklenmiş tüm ağaçlar.
Kıvrım kıvrım yükselir sis.
Katyuşa kıyıya koşar,
Kıyı sarptır, kıyı sessiz.

Koşar da bir türkü tutturur
Bozkırların kartalına, 
Yüreği onun için çarpar durur,
Taşır mektuplarını göğsünde
Uç türkü, ışığa katıl ve uç,

Parlayan güneşe doğru.
Sınırımızda nöbet tutan mert yürekli askere götür
Pırıl pırıl bir selam Katyuşa'dan.
Götür ki unutmasın hiç,

Yârinin sesini kulağında çınlayan,
Söyle göz kulak olsun memlekete,
Katyuşa’nın aşkına olan sadakatı gibi.

Bu tuhaflık yetmiyormuş gibi, tam da bu sırada biraz uzaktaki minarenin şerefesine çıkmış bulunan müezzin yanık sesiyle ikindi ezanını okumaya başladı. 1921 yılında Gelibolu’da iç içe geçmiş farklı kültürler, inançlar ve etnik kimlikler çok ilginç bir mozaik oluşturuyordu.

Aylar geçiyor, sonbahar yaklaşıyordu. Gönüllü Beyaz Rus Ordusu’nun kumandanları, askerler arasında Rusya’ya tekrar geri dönme umudunu canlı tutmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı. Bu faaliyetlerden biri de, kampta haftada birkaç gün tekrarlanan ve adına ‘sesli gazete’ denen konferanslardı. Bu toplantılarda, bin kadar asker büyükçe bir mekana toplanıyor, ordudan bir subay belli bir konuda konuşma yapıyor ve askerlerin moralini tazelemeye çalışıyordu. Buna rağmen, Gelibolu’ya gelen asker ve subayların yaklaşık yüzde otuzu bir kaç ay içinde ‘mülteci’ statüsüne geçerek ordudan ayrıldı. Kalanların önemli bir kısmını bir arada tutan unsur, günün birinde Rusya’ya dönüp monarşiyi tekrar yerine yarleştirmek için Bolşeviklerle tekrar savaşa tutuşmaktan çok, gidecek bir yerleri olmaması idi.

Ağustos sonuna doğru, Fransızlar Rus ordusunu beslemeye devam etme konusunda isteksizliklerini belli etmeye başladılar. Ruslara verilen yiyecek miktarı azaltıldı, mülteci statüsüne geçerek uzak ülkelere gitme konusunda davetler arttı. Ancak, bu davetleri kabul edecekleri nasıl bir akıbetin beklediği hakkında bilgi ve en ufak bir garanti yoktu.

Nikolay’ın Gelibolu ile ilgili az sayıdaki güzel anılarından biri de, yine kamptan subay arkadaşları ile çıktığı Gelibolu Feneri ve civarındaki gezintiler idi. Özellikle yaz akşam üstlerinde şehrin Rumları, Fransız subayları ve eşleri, Yunan askerleri ve Rus ordusundan yüksek rütbeli subaylar ve aileleri Fener ve civarında gezinti yapıyorlardı. Bu kalabalığın arasında az da olsa Müslüman Türk, Ermeni ve Yahudi de görmek mümkündü. O sıralarda Mustafa Kemal’in askerleri batı Anadolu’da işgalci Yunan ordusu ile çarpışmakta olduğu halde, Gelibolu’daki Türk ve Rum ahali arasında belirgin bir husumet görünmüyordu. Fener civarında yapılan bu gezintilerden birinde Nikolay ailesi ile dolaşmaya çıkmış Kalliyope ile karşılaştı. İki gencin birbirlerini görmeleri ile heyecanlandıkları belli olmakla beraber uzaktan bakışmaktan başka yapacak şeyleri yoktu. Genç subay, usulünce tanıştırılmamış olduğu genç kıza ailesinin yanında yaklaşmaya cesaret edemedi,

Sonunda Nikolay, 30 Ağustos 1921 günü büyük bir Rus kafilesinin içinde Reşid Paşa adlı gemi ile İstanbul üzerinden Bulgaristan’a gitmek üzere Gelibolu’dan ayrıldı. Gemi Şengün Hamamı açıklarından geçerken şehrin denize bakan evlerinin hemen hepsinin bahçe ve pencerelerine çıkmış ahali uzaklaşan Rus gönüllülerini salladıkları beyaz mendiller ve hatta yer yer büyük beyaz örtülerle uğurluyordu. Nikolay, o kalabalığın içinde kumral örgülü saçları ve ıslak gözleri ile kocaman bir beyaz mendil sallayan Kalliyope’yi de seçebildiğine yemin edebilirdi.